Kıta Avrupası'nda gitmediğim ülke neredeyse kalmadı, 3 farklı ülkesinde uzun süre yaşadım, farklı şehirler gezdim gördüm fakat Londra hiçbirine benzemiyor.
İlk günlerde dikkatimi çekenlerden önceliği demir. Birçok bölgede demir yapılar dikkati çekiyor, demir konstrüksiyon köprüler her yerde, muhtemelen Sanayi Devrimi'nin tarihlerinde ne kadar önemli olduğunun altını çizmek için olduğunu düşündüm. Aşağıdaki fotolardan birinde görebileceğiniz gibi özellikle köprüler tam bu devrim yüzyılına denk geliyor. Tabi adamların dünyayı sömürmelerindeki demirin önemini düşününce insan, bu kadar göze sokulmasına şaşırmıyor.
Evlerin yapıları da beni en çok şaşırtan noktalardan. Merkezinde 8 milyon yaşıyor şehrin fakat şehrin en çekirdek bölgesi dışında evlerin hemen hemen hepsi ip gibi tek katlı binalar. İnsan hayret ediyor bu kadar insanı nasıl sığdırmışlar diye. Zaten yanına gittiğim doktora yapan arkadaşım Aydın da bu sıkıntıdan çok bahsetti. Şehrin en büyük problemi şu an barınmaymış. Bu sıkıntı tabi ki otel fiyatlarına da yansımış, arkadaşımda kalmayıp otelde kalsaydım, 4-5 gece için maaşımı Londra'da bırakacaktım :) Ayrıca evlere baktığın zaman bildiğin Harry Potter burası ya diyesi geliyor insanın :)
Merkezde çok fazla tiyatro var ve program aralıksız olarak her hafta bir müzikal veya tiyatro oyunu gibi bir aktivite ile dolu oluyor. Tabi Harry Potter'ı da bir tiyatronun önünde gördük, millet birbirini ezecek önünde fotoğraf çekilmek için. İnsan hayret ediyor bir kitaptan bu kadar bir ekonomi yaratılmasına...
En merkezi yerlerde pek gezmedik çok turistik olduğu için, çok da kalabalıktı. Mesela şu meşhur London Eye'ın etrafı Birleşmiş Milletler gibi maşallah, her tip turist var. Hiçbir özelliği de yok bence, bildiğin dönme dolap ve etrafa bakıyorsun 40-45 dakika boyunca. Girişi de 25 sterlindi, 2 yıl önce buranın 13 bileti bizim asgari ücretimiz ediyor hesaplarıma göre. Ne diyeyim, bacasız sanayinin ekonomideki öneminin somutlaşmış hali.
Şehrin müzeleri zaten tam anlamıyla anlatılmaz yaşanır dedirtiyor. British Museum'u zaten yürüyerek gezmeniz tüm gününüzü alır, durup okuyayım azıcık dersen bir günde müzenin yarısını belki gezebilirsin, iyice inceleyeyim dersen bir tam günde çeyreğini gezebiliyorsun bizim 1-2 salonunu gezebildiğimiz gibi. Bir millet tüm dünyayı nasıl sömürür, işte müzesi bu. Dünyanın her yerinden dolu görülecek eser var. Adam parça parça tapınağı getirmiş ya daha ne diyeyim. Tabi, zamanında yaşayan İngiliz Amcalar, sen bu kalıntılara, eserlere iyi bakamazsın da anlayamazsın da, o yüzden ben götüreyim de demiş olabilir. İçim acıyarak söylüyorum ama malesef çok da haksız değil. Vaktim kalmadığı için tarih müzesini gezemedim, orası da çok büyük dediler içimde kaldı resmen.
Bilim ve teknoloji konusunda da cidden hayretler içinde kaldım. Genelde Almanların teknolojiye katkıları gözümüzün önüne gelir (Münihteki DEUTCHE MUSEUM bunu en somut kanıtıdır, mühendislerin gitmesinin zorunlu olduğu müze kanımca). İngilizleri de yok buhar makinesini bulmuşlar, yok demiryolları falan filan diye geçiştirirdim, fakat itiraf ediyorum cahilmişim. Adamlar tekstil, elektromekanik, taşımacılık, tıp gibi birçok farklı alanda müthiş icatlar yapmışlar. Benim işim gereği tekstil makinelerini çok merak ettim. Adamlar 1840'larda elle dokumadan çıkmaya, seri üretime geçmeye başlamışlar. 1850'lerde jakarlı (desenli dokuma yapabilen) dokuma makinesi yapmışlar, benim bildiğim kadarıyla normal dokuma makinesi üreten Türk firması 2016 Ekim itibariyle mevcut değil (1980'lerde MKE tarafından birkaç model üretiliyor fakat milletimiz ithalden vazgeçmemiş.) . 1770'de adam iplik makinesi yapabiliyor. Görünce şoklara uğradım resmen.
Park mevzusunda tabiki birçok Avrupa şehri gibi Londra'da da sürüyle park var. Bu konuda Türkiye'yi çok başarısız bulurlar, çarpık kentleşme sebebiyle güzel parklarımızın olmaması konusunda haklılar ama bizim iklimimizde de böyle 12 ay yemyeşil parkların olması da zor. Londra'da da 2 ay 40 derece olsun, hiç yağmur yağmasın, o zaman tekrar görüşelim bu eleştiriyi yapıp bizim memleketi beğenmeyen kişilerle. Ayrıca hydepark hydepark diye bir algı vardır, görmeden dönmeyin diye, ben pek beğenmedim, bazı bölgeleri patates tarlası gibi şehir parkından çok tarlayı andırıyor.
Yemek konusunda da dünyanın neredeyse her mutfağından restaurant mevcut, benim gördüklerim; Türkiye, Jamaika, Hint, Vietnam, Çin, Japon, Tayvan... Tabi İngiliz Kahvaltısını da tatmış olduk, bir kahve ve kruvasandan ibaret Fransız veya Alman kahvaltısından çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Son iki akşam da Anadolu ve Çin restaurantlarında yemek yedik. Yemek konusunda ya ben çok tutucuyum, ya da cidden bizim mutfağın tadı bir başka. Sevemedim gitti şu uzakdoğu ıvır zıvır yemeklerini.
Gece hayatı ile ilgili şehir pek tekin değil, İstanbul'a benziyor biraz. Ben Madrid'de 3 ay kalmıştım, tüm yaz cumartesi geceleri gece 4'te 5'te arkadaşlardan ayrılıp eve 1 saat yürürdüm, hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadım da duymadım da. Londra'da ise işler biraz farklı, akşam 8-9'dan sonra millet alkolü fazla kaçırıp sapıtıyor, sarhoşluktan yerlerde yatanlar, birbirine inanılmaz rahatsız edici bir şekilde sarkanlar, para isteyenler. Alkol cidden yuva yıkıcı, hayat söndürücü arkadaş ya. Gidenlere tavsiyem dikkatli olun.
Genel olarak Londra'yı beğendim, özellikle kültür turistleri için harika bir yer, sırf müzeleri için bile gidilir. Fakat tatil için Londra yerine tabiki Yunanistan veya İspanya'yı tercih ederim. Ne varsa Akdeniz'de var :)
1897 tarihli demirden yapılma köprü
Londra Üniversitesi
Londra Ünniversitesi girişi
Reklamlarrr...
Avustralya Büyükelçiliği
Meşhur BigBen'imiz
English Breakfast...
Genelde evler bu şekilde şehrin birçok yerinde
Bilim müzesi girişi
19. yüzyıldaki bir atölyenin maketi. En sağ ileride bir buhar makinesi var, tavanda kayışların bağlı olduğu silindiri döndürüyor, tüm fabrika bu enerjiyi kullanıyor.
1860'lardan bir dokuma makinesi
En çok hayret ettiğim makinelerden... Diyaliz makinesi
Jakarlı dokuma makinesi
Pamuk toplandığında liflerin hizalanması için kullanılan makine, tarak makinesi
Meşhur British Museum
Getirdikleri sadece minik minik eserler değil, böyle kocaman tapınağı da parça parça getirmişler
Londra'nın teknik üniversitesi diyebileceğimiz Imperial College
Imperial'da doktora yapan Trabzonlu kardeşimiz Selim :)
Son akşam gittiğimiz Çin restaurantı. Pişman olmadım gittiğime, farklı bir deneyim oldu tabiki ama ortaya koyulan aromalı sıcak suda pişen et ve deniz mahsülleri yerine 2 adet minik lahmacun alsaydım daha mutlu edebilirdi :D
Yorgunluğun resmi, İzmir'in patronlarından, mutfak devi Şendur ailesi'nin en küçük bireyi, Ayberk Şendur :)