Monday, May 13, 2013

Düsseldorf


3 günlük gittiğim Düsseldorf'da Avrupa'nın en büyük kompozit malzeme fuarına katıldım ve bu benim için yurtdışında kendi ilgi alanımda katıldığım ilk fuardı. (08.10.2012-10.10.2012) Gitmeden neler göreceğimi az çok tahmin ediyordum ancak birçok malzemeyi malesef fuarda bulamadım ve daha endüstriyelleşmemiş olduklarını anladım.

İlk gün gittiğimde otele yerleştim ve şehirde gezinti yapma fırsatım oldu. Malum Zürih'te pek düzgün kebapçı olmadığından, ilk işim internetten şehir merkezindeki en iyi kebapçıyı bulup gitmek oldu. İlaç gibi geldi derler ya tam öyle oldu. Sonra nehir kenarında dolaştım, gerçekten güzel bir şehir. 

İlk gün sabahtan fuar alanına gittiğimde ciddi bir kalabalık vardı ve standları dolaşmaya başladım. Derslerde gördüğümüz bir çok ürün ve üretim makinaları vardı ancak ilk defa onların fiyatları ile ve bu malzemeler ilgili akademik olmayan bir ortam ile karşılaştım. Beni en çok şaşırtan durum ise nanoteknolojinin piyasadan bu kadar uzak oluşuydu. Üniversitedeyken son 3 senemde nanokompozit malzemeler ile ilgili projelerde bulundum ve bitirme tezim de bunun üzerineydi. Tüm üniversite eğitimimiz boyunca nanomalzemelerin geleceği şekillendireceği, bunlar ile ilgili makaleler okumamuz gerektiği ve araştırmalarımızı bunlara yönlendimemiz gerektiği söylendi. Ayrıca birçok sektörde de kullanıldığı anlatıldı ama bir nokta vardı pek bahsedilmeyen, bu araştırmaların sonuçlarında çıkan yüksek katma değerli ürünlerin ortalama kaç yılda piyasaya sürüldüğü. Tabiki eğitim ortamında öğrencinin vizyonunu genişletmek için böyle bir yol izlenecek, şu anki piyasa şartları ve teknolojisi anlatılsa, okumanın bir anlamı olmaz. Ancak teori ile pratik dünyanın da bağlantıları olduğu, bu ürünlerin yüzde kaçının hangi yollar ile insanların kullanımına sunulup ekonomiye katkı sağlayacağı da anlatılmalı. Diğer türlü sadece makale yazabileceğin bir araştırma olur ki sonunda ingilizcede "so what?" denilen "eee yani..." derim ben. Üniversitede bir arkadaşımın uzun bir süre, altın nanoparçacıklarının belli ışık spektrumlarında mavi renk vermesi üzerine bir projede çalışmıştı. Bu tür çalışmaların bilimin ilerlemesinde mutlaka katkısı vardır ancak akademide emek veren bazı insanların, dünyada çığır açıyoruz havasında bu işleri yapması, sayfalar dolusu makale yazıp sadece atıf toplamaya çalışmaları, motoru yakmış insanların boş hırsı gibi geliyor. 

Şöyle bir açıdan da bakmak lazım, Türkiye Bilimler Akademisi 1993 yılında kuruldu ve şu an hala kendi içinde birçok ideolojik sıkıntı ile kıvranıyor. Rus Bilimler Akademisi'nin 1724'de kurulduğunu düşünürsek aradaki farkın 10-20 yılda kapanması pek mümkün değil. Belki de yukarıda değindiğim makale yarışı bu geçiş sürecinin bir ürünü. Şu an nicelik olarak akademik yayınlarda ilerlemeye çalışıyoruz, yüzlerce binlerce makale yazılıyor ancak bir noktadan sonra niteliklerinde de bir ilerleme kaydedeceğimizi düşünüyorum ve umuyorum ki bu ilerleme yakın gelecekte gerçekleşir çünkü bu ülkenin akademinin yardımı ile geliştirilecek katma değeri yüksek ürünlere çok ihtiyacı var.

No comments:

Post a Comment