Monday, May 13, 2013

Dedemin Dükkanı


Bana o kadar garip geliyor ki bu gördüklerim, neresinden başlasam bilmiyorum. Bizim nesil sadece bu tür işleri yüzüklerin efendisi gibi fantastik filmlerde görür veya kitaplarda okur ama o insanların nasıl yaşadığını bilmez ve daha kötüsü merak da etmez. Etrafımızda gördüğümüz herşey, tabak, bardak, araba, uçak, hatta meyve ve sebzeler nasıl üretiliyor, bunun bilinmesi tabiki çok zor ancak bir şeyi üretme içgüdüsü yerine tüketme hissinin hakim olması bence zamanımızın en büyük sıkıntılarından biri. Tüketim toplumu lafının altı baya boş, ağızlarda sakız oluyor ama bence bunun tanımlarından biri budur ve bu durum insanların mutlu olamamasının en büyük sebeplerinden biri.

Geçen ay eve gittiğimde rahmetli dedemin dükkanını ziyaret ettim. Aslında biliyordum nerede olduğunu ancak içine girip hiç bakmamıştım, bu sefer babamı da sürükledim ve dükkanın içindekilerin ne işe yaradığını, neyin nasıl yapıldığını anlattırdım. Yan dükkanlarda çalışan ustalarla sohbet ettik, gerçekten çok ilginç bir ortam vardı ve beni baya etkiledi. 

Rahmetli dedem, 13 yaşında babasının demirci dükkanında çalışmaya başlamış ve yaklaşık 50 yıl demir dövmüş. Zaten vefat etmeden önce 80 yaşında bile benden kuvvetli kolları olmasından bunu anlayabiliyordum. Ustalar dükkana sabah saat 5'te gelirlermiş, malum ocak yanacak, ısınacak falan. Ardından malum sıcak demiri dövüp şekil verme işlemleri var, tabi bu iş öyle yazıldığı gibi kolay değil. Üniversitede derslerde gördüğümüz ısıl işlem veya aniden soğutma işlemlerinin dedemin hayatını oluşturmuş olması da bana baya ilginç geldi. Öğle yemeklerinde ise genelde evden getirilenler yeniyormuş ama babamın anlattığına göre kaleiçine pazar kurulduğu günlerde farklı bir yemek yeniyormuş. Gençken hatta çocukken babamın en sevdiği yemeklerden biriymiş bu. Yapılışı da çok basit; pazardan patlıcan domates biber soğan al, doğra, ocağın üstündeki saç'a at, kavur. Yanında kişi başı 1 ekmekle beraber bu yemek, babamın tadını unutamadığı yemeklerden biriymiş. Tabi o an, o ortamda muhtemelen dünyanın en güzel yemeği olarak geliyordur çalışanlara. 

Babamın anlattığına göre, 60larda işler yetişmiyormuş, durmadan yeni nacak ve orakbaşı gibi ürünler yapılıyormuş. Gittiğimde raflarda hazır bekleyen birsürü ürün vardı ve böyle el yapımı ürünlere talebin ne kadar düştüğünü buradan rahatça anlayabiliyorum. Daha sonra da öğleden sonra işleri bitirip 4 gibi dükkanı kapatırlarmış.

Orada yapılmış ürünlere bakarken yan dükkanda siyaset tartışan 2 yaşlı usta vardı ve konuşmaları o kadar içten o kadar saftı ki, söylediklerine içten bir şekilde inandıkları çok belliydi. Biri akil insanların ziyaretlerini savunurken diğeri de bu grupların Atatürk'ü silmeye çalıştıklarından bahsediyordu. Birden aklıma üniversite öğrencilerinin canlı yayınlarda yaptıkları tartışmalar ve üniversitelerdeki öğrenci temsilcilerinin ideolojik tartışmaları geldi gözümün önüne ve savundukları fikirlere ne kadar körü körüne baktıklarımı, sadece bir balon gibi şişirilip önlerine koyulan kalıplarla hayata tutunmaya çalıştıklarını düşündüm. Çünkü, bu yaşlı insanların yüzünde bile bir temizlik, sözlerini kalbinden inanarak söylediği hissi var, bizim nesilde ise muhafazakar olmuş Kuran-ı Kerim'i bırakın arapça, türkçe mealini okumamış, liberal olmuş, kendini Atatürkçü tanımlayıp nutuk'tan bir sayfa bile okumamuş insanlar gani gani. En kötüsü de bu düşüncelere tepki olarak karşı düşünceyi savunanlar. Bence tamamen temelsiz, içi boş bir inanıştan, kocaman bir balondan farklı değil bu tepki toplumları. İşte tam bu noktada o demirci dükkanındaki objeler o kadar manidar geldi ki bana, bir duvarda Atatürk resimlerinin olduğu takvimler, başka bir duvarda "Bismillahirrahmanirrahim" yazısı ve bir ayet, başka bir noktada "diline, kültürüne sahip çık" yazan bir pankart. İçimden dedim ki; günümüzde ya oradansın ya buradan, sınıflandırılmaya, kalıpların içine girmeye o kadar alışmış ki insanımız, bu dükkandakileri gördüğünde, malesef bu insanları omurgasız diye tasvir eder. 

Ama unutmamak gerekir ki bu memleketi kurtaran, şu an içinde yaşadığımız devleti oluşturan kişiler, asıl o zamanın halkı bu insanlardı. 29 Ekim 2012'de Zürih Başkonsolosluğu'nun düzenlediği resepsiyona katıldığımda, içimden herhalde bizim memleketteki cumhuriyet, böyle takım elbiseler ve fraklarla kurulmamıştır diye düşünmüştüm ve aynı his, dedemin dükkanını orada da oluştu. Biz kitaplarda o kadar masalsı, o kadar hikaye gibi görüyoruz ki tarihimizi, olayın iç yüzünü, bazı değerlerin nasıl kazanıldığını unutuyoruz. Bu değerlerimizi önümüzdeki nesillere doğru bir şekilde aktarmak, herkesin görevi olduğunu düşünüyorum.

Dükkanı gezdikten sonra dedem ve babam ile ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirdim ve bir defa daha onlara minnettar olduğumu düşündüm. Dedem, 60larda babadan öğrenip 20 yıldır yaptığı işi oğluma öğreteyim diyebilirdi, kolay yoldan çalışan da kazanmış olup oğlunu yetiştirirdi, ama o okutmayı tercih etti ve oğluna üniversite okuttu. Babam ise şu anki olanaklarımı sağlamak için yıllarca çalıştı ve rahat bir şekilde bana yurtdışında okuyabilecek kadar bir birikim sağladı. Babam, Nazım'ın "Babamdan ileri, oğlumdan geriyim" sözünü şu an rahatlıkla söyleyebilir ve umarım ben de ileride aynı rahatlıkla bunu hissedebilirim. Uzun lafın kısası; insan eksisiyle artısıyla, nereden geldiğini, önceki nesillerin ne emekler harcadığını bilmesi çok önemli.




Dedemin demirci dükkanının dükkan girişinden görünüşü

Müşterisini bekleyen balta sapları 


Dedemin ismi, sokakta marka olmuş, dükkanın kiracısı olan usta bile tabelasına dedemin ismini yazdırmış.



Farklı ağırlıkta ve baş yapısında olan balyozlar

Ocağın arka kısmı. Körüklüdür diye düşünmüştüm ancak en son 30'lu yıllarda kullanıldığı söylendi. Şimdi ise elektrikli fan var. 

Demir dövmede kullanılan örs

Yan dükkandan bir kare. Usta, ürünü teslim etmeden zımpara yapıyor.

Soldaki Ali Usta, bu işi en iyi bilenlerden. Yazımda bahsettiğim objeler de duvarda asılı.


Babam ile ben, dedemin dükkanında.

Denizli Kaleiçi'nde bulunan demirciler sokağı


No comments:

Post a Comment