Wednesday, July 24, 2013

Lozan


24.07.2013

Bugün Türkiye tarihinde çok önemli bir yeri olan Lozan Antlaşması'nın 90. yıldönümü. Bu yazımda 1922 ve 1923 yıllarında düzenlenen Lozan Konferansı’na gazeteci olarak katılan Ali Naci Karacan‘ın anılarından ve çeşitli belgelerden derlenen kitabı hakkında aldığım bazı notları, pek bilinmeyen ayrıntıları paylaşacağım.

Öncelikle, yazarın gazeteciliği ve olaylara tarafsız bakışı açısından çok tatmin olamadım. Yazar Lozan Konferansı başlamadan Cenevre ve Lozan‘daki birçok gazetenin Yunanlılar tarafından satın alındığını ileri sürüyor, ayrıca özellikle ilk konferans sırasında İsmet Paşa'nın Yunanlılara verdiği cevaplar sonrasında, Yunan tarafının bir defa daha mağlup ve mahkum edilmesi gibi ifadeler kullanıyor. İleri sürdüğü bazı iddaların doğruluğu tartışılır ancak benim kanaatime göre bu türden oluşan bir üslup, kitabın ve gazetecinin tarafsızlığına zarar veriyor. Kitabın ilk baskısının 1943 yılında Milli Şef zamanında yazılmasının da bu dilde etkisinin olabileceği kanaatindeyim.


1. Lozan Konferansi

Türk heyeti, 11 Kasım 1922’de Lozan‘a vardıklarında konferansın bir hafta geciktiğini öğrenmişler çünkü İngiltere, Fransa ve İtalya arasında da bir mutabakat yokmuş. İlk konferansın görüşmelerinde de açıkça görüleceği gibi İngiltere, yeni Türk devleti oluşumunu küçümseyerek, baskı politikasıyla pastadan büyük payı almayı, Fransızlar ise dost bir tutum içinde, güzellikle istediklerini yaptırmayı düşünüyorlarmış. Bu anlaşmazlık sebebi ile konferans bir hafta gecikmiş.

Konferansın birçok noktasında, kaleme alınan diyaloglardan görebiliyoruz ki İsmet Paşa, karşısına çıkan her fırsatı değerlendirip tüm delegelere İngiltere ile aynı statüde tartışmalara girecekleri mesajını veriyor. Bunu ilk günlerde sarf ettiği sözlerden rahatça anlayabiliyoruz. Lord Curzon ise genelde tartışmaları erteliyor kesin evet veya hayıra getirmiyor. Asıl amacı, maddelerin sonradan toptan bir şekilde karara bağlanması ve satır aralarından kendi isteklerini kopartmakmış. Bu amacı, açık bir şekilde ilk konferansın sonunda İsmet Paşa'nın önüne koyulan, adeta iki buçuk aylık görüşmeleri, tartışmaları hiçe sayan antlaşma metninden anlayabiliyoruz. Boşuna kendisine zamanın en kurt politikacılardan demiyorlarmış.

İlk bir ay konular tartışılırken, herkes birbirinin düşüncesini öğrenmek istemiş, birbirini tartmış, konular ana mahiyeti ile müzakere edilip çözülmemiş, sadece yoklanıp bir kenara koyulmuş. İlk günlerde çok aktif ve sert rol oynayan İsmet Paşa, günler geçtikçe politik manevraları da kavrayıp karşıdakilere göre davranmaya başlamış. Örneğin, İsmet Paşa ilk günlerde Türk heyetinin ne düşündüğü sorulduğunda tüm istekleri sıralarken sonradan bunu değiştirip isteklere yönelik bir manevradan kaçmak için üstü kapalı bir açıklama, daha sonra tam olarak akıldakileri söylemeye başlamış. Muhtemelen bu uslup, harbiyede öğretilmiyordur, ondandır ki İsmet Paşa‘nın ilk günlerde bu manevraları kavraması zor olmuş olsa gerek.

Kapütilasyonların tartışıldığı oturumlarda konuşulan ilginç noktalar var. Maddelerin birinde, yabancı mahkumlar cezalarını kendi devletlerinde çekeceği -yani ülkelerine gittiklerinde salınıyor olmaları- ayrıca yabancıların mülklerine tercüman olmadan adli ve mali memurların kesinlikle giremeyeceği yazıyor. Bunun anlami şudur ki, yabancılar Osmanlıca bilseler bile kendi dillerini konuşmak isterlerse, onlara ait mülklerin ivedi durumlarda dokunulmazlığının olduğudur. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde yabancılara ayrıcalıkların olduğunu biliyorduk ancak bu derecede hak verildiğini tahmin etmiyordum.

Kitaptaki birçok tartışmadan anlayabileceğimiz gibi Musul meselesi Türk ve İngiliz taraflarında bir türlü anlaşma sağlanamayan noktalardanmış. Bu konunun tartışıldığı oturum atışmalar, istatistikler, akıllıca ve politik verilen cevaplarla doludur. İngiliz tarafı, ilk mecliste Kürt vekillerin olduğunu ancak Musul‘da ve Süleymaniye‘den vekil olmadığının altını çizer fakat o bölgelerin seçim süreçlerinde işgal altında oldukları cevabı gelir. Ayrıca İsmet Paşa, Musul coğrafyasının Abbasiler döneminden sonra Türklerin elinde olduğu tezi ile savunma yaparken, İngiliz tarafı da oradaki Türkmenlerin Türkiye‘deki Türkler gibi sayılamayacağını tarihsel olarak açıklamaya çalışmıştır. Siyasi argumanlar ile bu konudaki müzakereler epey çetin geçmiştir ve sonunda bir yıl içerisinde çözümü için antlaşma sonrasına ertelenmiştir.

Ocak ayının sonlarına doğru tartışılan konuların çıkmaza girdiğini gören müttefikler, bir antlaşma taslağı -150 sayfa, 160 madde- sunmuşlar. Duyun-i Umumiye problemini de derinleştiren, iki buçuk aylık müzakere maratonunun sonunda, tartışılan bütün konuları bir kenara bırakan, muhtemelen görüşmeler öncesinde taslağı hazırlanmış olan bu belge, adli, mali ve birçok yönden ülkeyi sıkıntıya sokacaği çok belliymiş. Müttefikler, bu belgenin Türk heyetince imzalanması için, büyük baskı oluşturmuş, imzalamadıkları taktirde barışı istemeyen ülke olacaklarını iletmişler ancak İsmet Pasa, bu projeyi ülkenin bağımsızlığına gölge düşüreceğinden ötürü, gazetecilere verdiği o meşhur beyanatı ile tümüyle reddetmiş: “Esaret altına girmeyi kabul etmedik.“.


2. Lozan Konferansı

23 Nisanda başlayan ikinci konferans öncesi, İngiltere'nin Lord Curzon yerine Türkiye Buyükelçisi‘ni ve Fransa'nın da Bompard yerine İstanbul Yüksek Komiseri‘ni göndermesi Türkiye için önemli bir gelişme çünkü bir önceki konferanstaki baş delegeler daha sert ve uzlaşmadan uzak, bu delegeler daha uzlaşmacı bir yapıdalarmış.

İlk günlerdeki en önemli gelişmelerden biri, tarihte ilk defa pozitif yönde ilerleyen ABD-Türkiye ilişkileridir. Amerikan ve Türk delegelerin konuşmalarından anlaşılıyor ki Lozan sonrasında bir ticaret ve dostluk antlaşması imzalanacakmış. Bu görüşmeler, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanacak olan iki ülke ilişkilerinin en önemli adımlarından biridir ki bu gelişmelerden sonra,  1923 yılında meclis tarafından kabul edilen, ülke kalkınmasını hızlandırma amacı ile Amerikan yatırımını Türkiye‘ye çekmek için düzenlenen Chester Teşvikleri yasası kabul edildi.
 
10 Mayıs 1923 günü Rus delege Vorovski, kaldığı otelin yemek salonunda İsviçre faşistleri tarafından vurularak öldürülmüş, yanındaki iki yardımcı da yaralanmış. Ancak benim ağrıma giden konu, Türk gazetecilerin anlattığına göre cenaze töreninde, kilisede sadece 15 Türk ve 15 Rus varmış. Bu durumdan ötürü Rus delegeler İsmet Paşa'ya içten teşekkürlerini birçok defa iletmişler. Böyle bir durumda bile hiçbir İngiliz, Fransız ve İtalyan delegenin törene katılmaması, ayıptır ve insanlık dışıdır diye düşünüyorum. Ölen bir adamın cenazesinden de siyaset yapmayın be kardeşim.

2. Konferansın ilk ayındaki müzakere sureçlerinden açıkça görülüyor ki İsmet Paşa, ilk konferanstaki tecrübelerine dayanarak uzama durumu oluşan maddeleri kesin bir dille reddedip, vakit kaybı istemiyor. Ayrıca Türkiye ve İngiltere arasındaki ana anlaşmazıklar çözüm yoluna girdiği için müttefikler arasında oluşturulan ortak payda da kaybolmaya başlamış.

Anadoludaki savaş hasarı tamiratı için istenen 4 milyar frank'tan vazgeçilip, Karaağaç sınırlar dahil edilmiş ve Yunan tarafında alıkonulmuş gemiler serbest bırakılmış. Bu uzlaşma, konferansın tıkanmasını önlemiş, ayrıca mali olarak kısa vadede bu parayı ödeyemeyecek olan Yunanistan'dan bu parayı istemeyerek diğer konularda zaten çok taviz verildiği ve müttefiklerin daha fazla taviz vermesi gerektiği durumunu yaratarak bunu koz olarak kullanma şansını doğurmuştur. Ancak mali olarak çok geride olan Türkiye'nin bu paraya o zamanlar çok ihtiyaç olduğunu düşünürsek, bu vazgeçiş yerine ülkeye yapılacak yatırımlarda kullanılabilecek sıcak paranın daha farklı bir strateji ile en azından belli bir yüzdesinin alınabileceğini düşünüyorum ve verilen tavizin de fazla olduğu kanısındayım. Ayrica istenen miktar 4 milyar frank, zamaninda Türkiye‘nin yillik gelirinin 40 katı olduğunu düşünürsek, bu vazgeçilen miktar, ülke için ciddi bir kayıptır.

İsmet Paşa'nın Meis adasının anadolunun bir parçası olduğunu söyleyip, ardindan dünya barışı sebebiyle buradan vazgeçmesine pek anlam veremedim. Bu adanın, anadolu sahillerine olan uzaklığının sadece 1.3 km olduğunu düşünürsek, benim fikrime göre hızlı ve anlamsız bir taviz olmuş.


Batı dünyasının Türkiye’ye o dönemki bakışı

Konferans öncesi genel olarak batının Türkiye'ye bakış açısını anlamak için Azınlıklar, Kapütilasyonlar ve Boğazlar meselesinin gerginliğinin konferansa hakim olduğu günlerde, Times gazetesinin aralık ayında yayınladığı makaleye bakmak önemlidir: "... Türkler iki şerden birini seçmek mecburiyetindedirler; ya Türkler kendilerine teklif edilen cömert teklifleri kabul ederek kendi memleketlerinin ihyası için kuvvetli destek temin ederler yahut Türkiye’yi Asya'nın çöllerinde erişilmesi imkansız bir memleket haline sokarlar!". Aynı gazete, antlaşmanın imzalanmasına günler kala başmakalesinde şu sözlere yer vermiş: " ...Yeni Türkler, yalnız asker ve memur olmakla kalmak istemiyor; bankacı, doktor, mühendis, bilimadamı olmak istiyor. Türkler, milli hissin memlekette hakim olması için çalısıyorlar. Türk olmayan milletlerin simdiye kadar yaptıkları pek çok işleri artık Türkler kendileri başarmak istiyorlar..." . Bu iki makale, bu coğrafyaya olan bakış açısının ne kadar değiştiğinin göstergesidir.

İngilizlerin, Türkiye'ye bakış açısının konferans öncesi ve sonrasındaki değişiminin kanıtını, İngiliz başdelegesinin konferansın uzaması ile ilgili Londra'ya gönderdiği raporda görebiliriz: " Bir fikir edinebilmek için, müttefiklerin bugün Lozan'da; yeni kurulmuş, fakat milli hakimiyet ile şeref ve haysiyet bahsinde gayet hassas, Yunanistan ile giriştiği son muharabede galip çıkmış, dolayısıyla müttefiklerin 1918'deki galibiyetini unutmaya eğimli, yapılan bütün görüşmelere diğer devletlerle tam bir eşitlik çerçevesinde katılan bir heyetle görüşmekte olduklarını söylemek gerekir." .

Diğer Anektodlar

-- Ankara hükümeti, Mudanya Mütarekesi'nden sonra konferansın yeri için haberleşmenin daha rahat olacağı sebebi ile İzmir'i uygun görmüş ve müttefiklere teklif etmiş fakat müttefikler ve diğer devletler Lozan'ı istemişler, sonunda da Ankara Hükümeti bu teklifi kabul etmiştir.

-- Kapütilasyonlar meselesinde İtalyan delege, görüşmelerden bir gün önce otelde İsmet Paşa’ya sizinleyiz demiş ama ertesi gün tam ters hareket edince, İsmet Paşa şok olmuş. Tabi askeriye terbiyesi ile politikadaki dansözlük biraz ters düşüyor.

-- Politik iğneleme: Azınlıkların görüşüleceği toplantı öncesi bu toplantının bilgisi çok geç verilmişti Türk heyetine ve buna cevap olarak İsmet Paşa 3 saat konuşma yapmış. Lord Curzon da buna cevap olarak şöyle bir konuşma yapmış: "Delegeler şimdiye kadar İsmet Paşa'yı muvaffak olmuş mesut bir general, kudretli bir diplomak olarak tanıyorlardı. İsmet Paşa, bugün kendilerine bir tarih profesörü olduğunu da ispat etti. Fatih Sultan Mehmet devrinden bugüne kadarki Türk tarihi hakkında bize uzun bir konferans verdi. Bu konferansın birçok yerleri çok faydalı olmakla beraber bütününün konuşulan konu ile ilgisi yoktur. Delegeler bir tez yazmak isterlerse, bunu daha evvel okumak üzere arkadaşlarına yollamaları yeterlidir.".

-- Fransa genel olarak İngiltere ile aynı fikirde olmayı farklı konuşmadan sakınmayı tercih ediyormuş hatta bazen fazla samimi olmaya çalışmaları Fransız gazetelerinin dikkatini cekmiş. Bir toplantıda, Fransa‘yı hiç ilgilendirmeyen bir konuda dahi sırf İngiltere‘ye yakınlık mesajı vermek için İngiltere‘yi savunmaları bu durumun en açık kanıtlarındandır. Ancak, konferans genelinde hep ikili oynamışlar.

-- Boğazlar meselesinin bir oturumunda Romen delege, 18 milyonun temsilcisi olduğunu hatırlatmış. Heralde milyonları arkamıza aldık psikolojisi, tarih boyunca politika ile uğraşan veya öyle zanneden herkes de var.

-- Musul meselesi tartışılırken Lord Curzon, İngiliz politikasının o dönemde Arapların ve Kürtlerin, hayatları boyunca seçim sandığı görmediklerini söyler onlarin cahil olduklarına ilişkin bakış açısını da şöyle özetler: “Bunlar sandığı, getirenin başına atarlar!“.

-- Osmanlı'nın bir türlü bitmeyen, uzayıp giden borçları ile ilgili İsmet Paşa'nın fevkalade beyanı: "Benim edindiğim fikir şudur ki; borç alan, bir defa borçlandıktan sonra sürekli olarak verir ve 50 sene sonra hesap ettiği vakit, aşağı yukarı borçlanmaya başladığı zamanki kadar borcu kalmış olduğunu görür! ".

--Amerikan danışman heyetinin demeçlerinden biri: " Hiçbir şeyin insan hayatına değmediğini, İsmet Paşa gibi savaşın bütün facialarını yakından görmüş bir general kadar kimse da iyi bilemez".

-- İkinci konferans sırasında, bir cumartesi günü Vaud Kantonu'nun düzenlediği vapur gezisinde, iki Türk danışman aralarında konuşurlarken birisi karşıda duran yemyeşil manzarayı Tarabya'ya benzetmiş. Keşke mümkün olsa da, o danışmanlar 2013 Tarabyasını görebilseler. 1923 yılındaki Tarabya ile kıyasla bugün, ekonomik açıdan çok gelişmiş bir Tarabyamız var çok şükür, beton yığınları sağ olsun!

-- Azınlıklar meselesi tartışılırken Lord Curzon bir konuşmasında sinirlenip: " Bu koca memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu?" demiş, ertesi gün de İsmet Paşa hiçbir parçalanma kabul edilemez diye yanıt vermiştir.

-- Duyun-i Umumiye'nin toplam borcu 60 milyon liraydı ve ülkenin o tarihteki genel bütçesinin yüzde altmışı demekmiş.


 
Sonuç olarak, bu kitabı okuyunca açıkça anlaşılacağı gibi, Lozan Konferansi Türkiye’nin tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Sınırların belirginleşmesi, kapütilasyonların kaldırılması, diğer ülkeler ile diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi, Osmanli Devleti‘ne kıyasla modern dünyaya ayak uydurmaya çalışacak bir ulke görünümünün tüm dünyaya anlatılması bu konferansın onemli noktalarından sadece birkaçı. Savaş hasarı tazminatından vazgeçilmesi, adalardaki hakların neredeyse tamamen devri gibi konularda kabul edilen maddeler ise ülkenin geleceği açısından daha fazla muzakere edilmiş olması gereken maddelerdir diye dusunuyorum. Özellikle ülkenin kalkınması için kullanilabilecek likiditeden vazgeçilmesi, cumhuriyetin ilk yıllarindaki kalkınma hızını azami seviyede frenlemiştir. Musul meselesinin de çözüme kavuşamaması, o bölgede günümüze kadar gelen istikrarsızlığın da sebeplerindendir. Ayrıca, Kıbrıs üzerindeki taviz, 70'lerden sonra yaşanacak sorunlara kapı aralamıştır. Son yıllarda bu konferansın sonuçları az da olsa haksız yere tartışılıyor. Muhakkak münakaşa edilmesi gerekir ve ayrıca benim de heyeti eleştirdiğim noktalar var ancak, tüm konferans sürecini ele aldigimizda bu heyetin oradaki emeğine haksızlık etmeden önce saygı duymamız gerektiğini düşünüyorum. Mekanları cennet olsun...



No comments:

Post a Comment