Thursday, August 10, 2017

Ulusların Düşüşü - WHY NATIONS FAIL?



Sürekli okuma alışkanlığı olan biri değilim ve okurken dikkatimi toparlamakta zorlanırım maalesef, fakat kesin ve net olarak söyleyebilirim ki bu kitap 27 yaşıma kadar okuduğum en iyi 3 kitaptan biridir. İnsanın hayata bakışını değiştirecek kitaplar vardır derlerdi de takmazdım pek, inanmazdım, fakat bu kitabı okuyunca birçok konuda hayata bakış açım değişti. Üniversitelerde zorunlu olarak okutulmalı.

Baştan belirteyim, diğer yazılarıma nazaran bu yazım biraz klasik kitap özeti niteliğinde, çünkü çok fazla bilgi var, hatta bir çoğunu buraya yazmak istemedim ki okuyan yazılanlara bakıp ilgiyle okusun. Uzun uzun yazmayı sevmediğim için madde madde olarak sıralı bir biçimde kitaptan örnekler alacağım ki okumak isteyene de güzel bir heveslendirici olsun. 

Kitabın sürekli altını çizdiği nokta: kurumlar kurumlar kurumlar. Bu kurumlar parlamento gibi bir insanların talepleri doğrultusunda yasama faaliyeti gösteren bir yapı, anayasa mahkemesi, idari mahkemeler gibi hukuksal yapılar, ihracatçılar birlikleri, ticaret sanayi odaları gibi ekonomik yapılar, TUBİTAK gibi bilim ve teknoloji ile alakalı yapılar olabilir. Kitap tam olarak bu kurumların şeffaf, tarafsız ve verimli çalışması ile bu ülkenin zenginliği arasında önemli bir bağlantı olduğu iddaa ediyor ve bir çok örnekle bunu destekliyor.


1. Bölüm
Kitap 15. ve 16. yüzyıllarda başlayan sömürgecilik akımının günümüze kadar ulaşan sonuçları hakkında ilk bölümlerde kapsamlı bir çerçeve oluşturur. Genel olarak İspanyol sömürgecilik anlayışı ile Amerika kıtasındaki değerli varlıklar İspanyol Krallığını zengin etti, fakat koca bir kıtanın ekonomik potansiyelini de yerle bir etmiş oldu. Encomienda, repartamiento gibi kitapta anlatılan sömürü kurumları ile bölgedeki altın, insan gücü gibi değerli olan her şey Avrupa'ya taşındı. Bugün bu anlayışın ve sömürünün etkilerini koca kıtadaki gelir eşitsizliğinden, sosyal ve ekonomik durumundan hala görmekteyiz diye düşünüyorum.

İngilizler, şu anki Birleşik Devletlerin olduğu kısma çıkarma yapıp, o bölgeyi sömürdüler. Tabi geç kalmanın faturası olarak, altın gümüş gibi çok daha potansiyelli bölgeleri Portekizliler ve İspanyollar aldığı için mecburen daha az potansiyelli bu bölge İngilizlere kalıyor, hatta kitapta, ilk giden İngiliz kaptanlardan birinin bir günlük alıntısı var. Kaptan İngiltere'deki direktörlerine yazdığı mektupta, bölgede pek sömürülecek bir şey olmadığını, Kızılderililerin de çok fazla çalıştırılamadığını belirtiyor ve bir dahaki İngiltere - Yeni Kıta seferlerinde bin işçiden ziyade 30'ar adet demirci, çiftçi gibi farklı zanaatlardan ustaların gönderilmesini talep ediyor.

İngilizlerin bir akıllı stratejisi de şu idi: baktılar yerel halk pek çalıştırılamıyor, İngiltere'den gelen kolonicilere kullanılması amacıyla toprak dağıtmaya, bu kişilere ev verilmeye başlandı. En önemlisi de tüm yetiştin erkeklere 1619'da ilk defa toplanan Genel Kurulda söz hakkı verildi. Bu durum Birleşik Devletler'deki demokrasinin başlangıcı kabul ediliyor. 

Tabi bundan sonra 1787'de Philedelphia'da bir kongre toplanıyor, adamlar 1600, 1700'lerde demokratik bir sistem ile kurumları güçlendirirken, aynı zamanda o bölgede yaşayanları daha iyi üretim ve yaşama hakkına teşvik ediyorlar. Tabiki eksikleri var, mesela kadınların oy kullanamaması, köleliğin olması gibi. İspanyollar ise sadece bölgenin değerlerini sömürmekle, kurumları da bu amaca yönelik kurup yönetmekle uğraşmışlar. Tabi bunun sonunda da 1700'lerin sonunda sanayi devrimi Birleşik Devletlere gelirken, Meksika ve güneydeki topraklar iyice fakirleşmiş.

Kişisel haklar konusunda ise İngiltere şahsi fikir haklarını koruduğu için patent konusunda titiz davranmış ve tabi bireyler de yeniliklerin hızlanmasında büyük rol oynamışlar. Ayrıca bunların da fonlanması tabi fikirlerin büyümesi açısından çok önemli olduğundan bankacılık sisteminin gelişmesi de çok önemli. En çok şaşırdığım istatistiklerden: Birleşik Devletlerde 1818'de 300 civarı banka varken 1914 yılında 27,800 civarında banka aktif olarak çalışıyor, bunun yanında Meksika'da 1910 yılında 42 banka var ve iki tanesi tüm varlıkların yüzde 60'ını elinde bulunduruyor. 
Aslında 2 bölgede de bankalar kar amaçlı çalışıyor, fakat ABD'deki kurumların yarattığı sıkı rekabet durumu değiştiriyor.

Günümüzde ortalama bir ABD vatandaşının hayat standardı, bir Meksika vatandaşının yaklaşık 7 katı. Bu da sonuç olarak kurumların yapısından, bireyleri yenilikleri teşvik etmesinden kaynaklanıyor. Bu sebeple yazarların sınır ile ikiye bölünen bir şehrin ABD ve Meksika yakalarındaki hayat standartlarının çok farklı olması normal, ama bir tesadüf değil!

2. Bölüm
Bu bölümde ülkelerin zenginlik sebeplerine ilişkin hipotezler yer alıyor. Yazarlar aslında genel olarak tek kuralın kurumların özellikleri olarak açıklıyor. 

Birçok farklı hipotez ele alınmış fakat ortadoğu ile ilgili olan yorumu pek anlayamadım. Yazarlar, ortadoğunun geri kalmasını Osmanlı İmparatorluğunun bu bölgeye doğru güçlenmesine ve ardında bıraktığı kurumsal mirasa bağlıyorlar. Daha iyi açıklamaları gerekirdi. Fakat 2. bölümde, ortadoğudaki fakirliğin, islam ile alakasının olmadığını, otoriter rejimler ile kötü yönetilen kurumlar sebebiyle oluştuğunu savunuyorlar.

Yazarlar, bu bölümde Afrikalıların birbirine güveninin, diğer kıtalarda insanların birbirine olan güveninden daha az olduğunu söylüyor, bunun da eski dönemlerde her an yakalanıp köle yapılma psikolojisinden kaynaklandığını savunuyorlar. İlginç bir nokta.

Çin ile ilgili son 30 yıllık kalkınma hareketinden önceki fakirliğin sebebi olarak da tamamen Mao'nun otoriter rejimi, kendisine biat etmekte tereddüt ettiğini düşündüğü entellektüeller ve diğer önemli kişilere uyguladığı baskı sonucu boşa harcanan ülke kaynakları olarak gösterilmiş.

Gelir dengesizliğinin de sebebi olarak cehaleti gösteren hipotez de; fakir ülkelerin iyi politikalar üretemediği, üreten kişilerin de yeterli eğitimde olmadıkları varsayımına dayanır. Fakat kitap bu hipotez için, 'önemli olan ülkelerin liderleri ve yönetenleri değil, toplumu yönlendiren siyasal ve ekonomik kurumların toplum üzerindeki teşvikleri ve kısıtlamalarıdır' doğrultusunda tezini oluşturmuştur.

3. Bölüm
Kuzey Kore'deki insanların ortalama yaşam süreleri Güney Kore'dekilere göre yaklaşık 10 yıl kısadır. 1990lar sonrasında ise makroekonomik verilerin arasındaki makas ve da gelişmişlik düzeyindeki makas iyice açılır, bunların sebepleri için kurumlara bakılmalı. Kuzey korede eğitim, büyük ağırlıkla propoganda amaçlı, okul sonrası 10 yıl askerlik zorunlu, güneyde ise özel mülkiyet hakları önemli ve eğitimde bireye önem veriliyor. 

Kitabın üzerinde durduğu belkide en can alıcı terimler kapsayıcı ve sömürücü kurumlar.

Kapsayıcı Kurumlar: Kurumların toplumun tüm gruplarını kapsayıcı ve bireyleri koruyucu olduklarında ülke refahının ne derece artmakta olduğunu birçok örnekte görmekteyiz. Güney Kore ve ABD'de genel olarak işlediği gibi insanların özel mülkiyeti, fikir mülkiyetleri, bağımsız yargı ile korunan kişisel hakları, bireylere istedikleri meslekleri seçmeleri özgürlüğünü veren ve gelişim için teşvik sağlayan bu tip kurumlar, iki büyük lokomotif doğurur: teknoloji ve eğitim. 

Sömürücü kurumlar ise kişi haklarını bağımsız olarak savunmayıp bir zümrenin toplumu sömürmesi ve toplumun ilerleyememesini sağlayan kurumlardır. Bir ülkedeki kurumların sömürücü özellikleri ön planda ise kişisel haklar zamanla kaybolmakta, toplum refahının da yüksek seviyeye çıkması veya yüksek ise sürdürülebilir olması zor olmaktadır. Kitap bu ayrımı birçok örnekle kuvvetlendirmiştir.

Kısa bir özet ile bu kurumların doğal işleyişi sebebiyle Samsung ve Apple gibi markalar Güney Kore, ABD gibi ülkelerden çıkmış, Meksika ve Kuzey Kore gibi ülkeler geri kalmışlardır.

Kurumlar ile ilgili de güzel örneklerden biri: 1965-1997 arası Kongo başkanı Joseph Mobutu döneminde ülkenin durumu. Kongo bu dönemde aralıksız fakirleşir, fakat bir elit inanılmaz derecede zenginleşmiştir. Başkanın kendisinin büyük bir sarayı, Fransa'ya giderken kiraladığı özel Concorde uçak için bahçede bir pisti, Belçika'da alınmış geniş araziler gibi taşınmazları, Avrupa'da satın alınan şatoları söz konusu iken ülkede refah seviyesi tahmin edilebileceği gibi çok düşük kalmış durumda. Bugün ise Kongo'nun fakirliği devam ediyor çünkü teşvik edici kurumlar yok. Kurumlar, bir zümrenin aşırı zenginleşmesinde dengeleyici bir rol oynamaktansa onları desteklemiş, diğer insanların da verimliliğini tam anlamı ile yok etmiştir. Çalışma alanınızda yapmış olduğunuz ilerlemeler ile beraber bir değer yaratmak, ticaret yapmak, bir ürün veya hizmet üretmek gibi eylemleri yaparken devlet gelip her an yaptığınız işe el koyabilir ise, hiç kimse bu tür işler ile uğraşıp katma değer yaratmaz, bu tip ülkelerde de olan maalesef bu.

4. Bölüm ve 5. bölüm
Bu bölümde genel olarak kapsayıcı kurumların örneklerine yer verilmiştir.

Benim kitapta en beğendiğim örneklerden biri de hepimizin az çok bildiği, Sanayi Devrimi'ni başlatan James Watt'ın babasına yazdığı mektuptur. İngiltere'de oluşan görkemli devrim havası 17. yüzyıl sonrasını tamamen değiştirmiş, yeni ürün ve yeni pazarların ülke ekonomisine katkısı için de her türlü ortam hazırlanmıştır. James Watt'ın mektubundan alınan parçada, bulduğu ürünün denizaşırı pazarlarda iyi bir talep getireceğini ve parlamentodan bu durumun güvencesini aldığını babasına iletiyor. Yani kurumlar yeniliklere öyle destek veriyor ki, pazarlara açılıma yöneltiyor ve fikir sahiplerinin haklarını koruyor. Bunu yazdığım dönemde bir haber vardı, Antalya'da 3 kolej öğrencisi, yaptığı proje ile ABD'da altın madalya alıyor fakat Tübitak kabul etmiyor projeyi. İşte kitabın bahsettiği de tam bu, 1600-1700lerdeki atılımın sonuçları, 2000lerdeki yozlaşmış kurumların sonuçları...

Kitap; 15-16 yüzyıllardan sonra İspanya, İngiltere ve Fransa'nın ayrılmasını özet olarak; demokratikleşme ve kurumların kişi haklarını koruması olarak anlatıyor. Fransa kendi devrimine kadar biraz daha gecikti, ispanya ise kraliyetin etkinliği, geç demokratikleşme ve sanayi devrimini tam yakalayamama sebebi ile geri kaldı.  

Osmanlıda ise mutlakiyetçilik çok güçlü olduğundan kişisel gelişim çok gecikti. Özel mülkiyet malesef çok geride kaldı bu sebepten ötürü de imparatorluğun sonuna doğru gelişmeler iyice yavaşladı. Ticaret devlet kontrolündeydi, meslekler lonca ve tekeller ile kontrol ediliyordu, bu sömürücü kurumlar ile bölge ekonomik açıdan durgunlaştı.

Yazarlar sömürücü kurumlara dayalı büyümeyi de uzun vadede sürekli görmüyor çünkü bir yerden sonra büyümenin oluşturduğu varlıklar bir elitin elinde toplanıyor ve toplumda kutuplaşmayı arttırıyor, bu da bir süre sonra iç savaş bazen ülkenin tamamen çökmesine sebep oluyor. Bu durumlara örnek olarak Rusya ve potansiyel olarak Çin verilmiş durumda.

Stalin 1920lerde tarımda özel mülkiyeti kaldırıp, kolektif çiftlikler oluşturdu ve buradan elde edilecek hasat ile fabrikalarda çalıştırılacak işçilere bakılacaktı. Eldeki varlıklar ile maksimum çıktı elde edilmesi gibi bir telaşı olmayan üreticilerde ise verim çok düştü, 6 milyon insan kıtlıktan öldü. Bu sanayi hamlesi ile 1960a kadar yılda ortalama yüzde 6 büyüdüler, ama sonra büyüme durdu. Bu sömürücü kurumlar sürdürülebilir değişimler üretemediler tabi, uzun vadeli tek başarıları ise kısıtlı bir biçimde teknoloji ve bilimde uzay konusundaki çalışmaları oldu.

Kitabın verdiği Stalin dönemi nüfus sayım örneği çok hoşuma gittiği için not olarak yazmak istedim: 1937'de nüfus sayım sonucu 162 milyon çıkıyor, Stalin beğenmiyor çünkü 1934'te 168 milyonuz ve artıyoruz demişti, sayım yapanları öldürtüyor veya Sibirya'ya gönderiyor. 1939'daki sayımda sayanlar olayı anlıyor ve 171 milyon yapıyor nüfusu :)

Yazarların çin ile ilgili öngörüleri de negatif konumdadır. Rusya'nın 20lerde 30lardan başlayarak 70lere kadar yüksek büyüme hızına batının korkuyla karışık hayranlığı vardı, bugünkü Çin hayranlığı gibi. Önümüzdeki yıllarda dönüşüm geliştirmediği takdirde Çin de ileride sınırlı komünizmin doğurduğu sömürücü kurumlara dayalı elit etrafında büyüyecek ve likidite toplanacak, bu da büyümeyi durduracak, çünkü serbest piyasayı ve bireyleri destekleyen kapsayıcı kurumlar mevcut değil.

6. ve 7. Bölüm
Bu iki bölümde genel olarak yeniliklerin neler getirdiği ve tarih boyu yöneticiler tarafından ne kadar tereddütle bakıldığından bahsediliyor. 

Yaratıcı yıkım denilen olgu, bir örnekle açıklanıyor. 1589'da William Lee örgü makinesini buluyor, 1. Elizabetle konuşuyor, Fransa'ya gidiyor, başka yatırımcılar ve yöneticiler ile görüşüyor, fakat herkes reddediyor, çünkü o dönemdeki yöneticiler, bu tip yenilikleri, üretimdeki sonuçları ve yaratabileceği potansiyel işsizlikten korkup reddediyorlar. Başka bir örnek de sayılı zenginlerden Rotschild ailesinden. 19. yüzyılda bile Avusturya'da lokomotifi getirip, demiryolu ağını oluşturmak istemişler fakat dönemin imparatoru engellemiş. Daha genel bir deyiş ile yaratıcı yıkım korkusu, neolitik devrim ve sanayi devrimi arasında yaşam standartlarında sürdürülebilir bir artış olmayışının ardındaki esas neden olarak gösteriliyor. (Örneğin; sıradan bir Romalının ortalama yaşam süresi, 17. yüzyılda bir İngiliz'in yaşam süresine yakındır.) 

Yeniliklerin İngiliz ekonomisindeki büyümeyi nasıl tetiklediği de örnekler ile anlatılmış. Richard Arkwright, Samuel Need , James Hargreaves gibi isimler sayesinde tekstilde ilk fabrikalar kuruldu, su gücünden buhar gücüne geçildi ve sonunda 100 pound pamuğu eğirmek için 1700'lerin başında el ile işlemle 50.000 saat gerekirken, 1700lerin sonunda ise makine ile 135 saate kadar düştü. Edmund Cartwright 1785te de mekanik dokuma tezgahını geliştirdi ve bu gelişmeler sayesinde 1780-1800 arasında, sadece 20 yıl içerisinde İngilizlerin tekstil ihracatı ikiye katlandı.

8. - 11. Bölüm
19 yüzyıldan genel olarak bahsedilen bu bölümde öncelikle ilgimi çeken kısım Rusya - İngiltere kıyaslaması. 19. yüzyılda potansiyeli olmasına rağmen neden Rusya değil de İngiltere atılım yaptı? Çünkü İngiltere'de halk artık şehirleşmeye doğru kaymıştı, şehirleşen bir toplum daha fazla sözünü yöneticilere geçirebiliyor, daha örgütlü ve kısmen yetkilendirilmiş halk, Rusya'daki gibi hala tarım toplumu olan bir halka göre daha fazla demokratik hak aldı ve hızlı ilerledi. 

Eğitim ile ilgili de dipnotlar çok ilginç; İngiltere'de zorunlu eğitim 12 yaşına 1899'da çıkarılmış. 10 yaşında okula gidenler 1870'de yüzde 40, 1900'de yüzde 100'e ulaşmış. Matbaa'nın icadından bahsedilen bir bölümde ise bizim için pek iyi olmayan bir kısım mevcut; 1800'de İngilitere'de okur yazarlık erkeklerde yüzde 60, kadınlarda yüzde 40, Osmanlı'da ise yüzde 2-3 arası değişiyor. 

18. yüzyıldan itibaren de Yahudilerin sorunları ve kaydedilen ilerlemelere de yer verilmiş. Fransız devrimi öncesi Yahudiler Avrupa'da ticari ve kültürel anlamda bir çok problemi derinden yaşadılar. Örneğim 18. yüzyılda Frankfurt'ta yaşayan Yahudilerin sadece bir mahallede yaşama zorunluluğu varmış, pazarları ve dini bayramlar gibi bazı günlerde mahalleden çıkışları yasak olduğu gibi, evlenme konusunda da yeni bir yılda en fazla 12 çifte izin verilirmiş, onlar da 25 yaş üzeri ise. Silah, baharat, şarap gibi ticaretleri de yasakmış.

19.yüzyılın ortasına gelindiğinde görülüyor ki Fransa'nın etkisindeki bölgeler devrim sonrası ekonomik bir iyileşme yaşanır, fakat etkisinin az olduğu veya fethedemediği Rusya, İspanya, Polonya gibi bölgelerde durgunluk devam eder. Birkaç istisna dışında günümüzün zengin ülkeleri 19. yüzyılda başlayan teknolojik ve sanayi gelişimini yakalayanlar oldu. Eşitsizliğin temellerinden biri bu.

Tekeller Konusu: Bu konuda da ABD'nin serbest piyasaya aykırı ama tekelciliği de durduran bir politikasından söz edilmiş. John D. Rockefeller 1870'de Standart Oil Company'i kurar, 1890'larda ABD'nin bugün bildiğimiz sınırları içerisindeki ham petrol akışının yüzde 88'i bu şirkete aittir ve 1916'da Rockefeller dünyanın ilk dolar milyarderi olmuştur. Ama ABD'de bu tekellere fırsat verilmemiştir, 1901'de göreve gelen Roosevelt ve halefi William Taft bu tekelleşmenin yavaşlatılması gerektiğini söylemiş, ve 1910'da Standart Oil Company farklı davalar ile çökertilmiş. Burada da devlet politikasının tekelleşmeye ne kadar karşı olduğunu görebiliyoruz.


12. Bölüm ve Sonrası
Bu kısımlarda yazar tezlerini netleştirmektedir ve sonuç olarak kurumların yapılarının ülkeler arası zenginlikte anahtar rol oynadığının altı çizilmektedir.

Ülkelerin başarısız olmaları ve fakirliğin bir diğer sebebi de Devletlerin iflasıdır, bu da sömürücü ve dışlayıcı kurumlar sebebiyle ortaya çıkan bir durumdur. Ülkeler, bulundukları coğrafya yada sahip oldukları kültür nedeni ile başarısız olmazlar, güç ve zenginliğin devleti idare edenlerin karışıklığa çatışmaya ve iç savaşa neden olanların elinde yoğunlaşmasına neden olan sömürücü kurumların mirası yüzünden başarısız olurlar.

Günümüzde birçok ülkede yaşanan ve maalesef ülkemizde de yakın tarihte gördüğümüz, iktidar değişse bile düzenin aynı kalması ile ilgili de birçok örnek var, bunlardan biri olarak da Bolşevik isyanı verilmiş. 20 yüzyılın başında Bolşevik isyanı çok kanlı meydana gelir ve sonra kendi devrine tehdit oluşturacakları da temizler. Tabi devrimin kendi çocuklarını da yemesini de unutmamak gerekir. Bu gibi durumlara bakılacak olur ise elitleri alaşağı ederken yeni bir elit oluşturuyor, bu rejimler de aynı konsept üzerinde sömürücü kurumlar ile oyunu devam ettiriyor.

Medyanin öneminden de otoriter yönetimlerin onu nasıl kullandığı örnekleri üzerinden bahsedilir. 1990'lardaki Perudaki Alberto Fujimo rejimi'nden verilen bir özetin sonunda istihbarat teşkilatının önde gelenlerinden birinin beyanatı şu şekildedir: "Televizyonu kontrol edemeseydik, hiçbir şeyi kontrol edemezdik." Bu gibi verilen birçok örnekten belki etkilerini günümüzde en çok gördüklerimizden biri Çin. Şu an ülke yönetiminin medya üzerindeki etkisi korkunç seviyelerde ve kamuoyunun bu şekilde yönlendirilmesi ile birçok dinamik kontrol ediliyor. Çinli bir yorumcu bu olayı, partinin liderliğini sürdürebilmesi için silahlı kuvvetleri, parti kadrolarını ve haber akışını kontrol etmesi olarak özetler. Tabi bu durum şu an işliyor olabilir fakat önceki bölümlerde anlatılan örneklere bakıldığında ne kadar sürdürülebilir olduğunu hep beraber göreceğiz.

----
Kitabın ortasından itibaren alıntılarımı ve örneklerimi azaltarak devam ettim, yoksa yaklaşık 450 sayfaya nasıl sığdığını anlamadığım bu kitaptan ilgilimi çeken her bölümü alsam, hem emek hırsızlığı olur hem de okuyan için tembellik olur diye düşündüm. Son bölümlerde tarihte çöküş yaşamış birçok ülkenin örnekleri var ve en beğendiğim alıntılardan biri ile nokta koyayım: "...Çok farklı tarihlere, dillere ve kültürlere sahiptiler. Hepsinin ortak noktası ise sömürücü kurumlardır. Bu örneklerin hepsinde söz konusu sömürücü kurumların temelinde ekonomik kurumları toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması pahasına kendilerini zenginleştirip iktidarlarını idame ettirecek şekilde tasarlayan bir elit bulunur."

Daron hocamıza saygılar...























No comments:

Post a Comment