Sunday, May 31, 2020

Netflix Kurdu

2020 Mart ortası ile Mayıs sonu arasında yaklaşık iki buçuk ay eve kapandık, hayatımızda belki bir daha yaşamayacağımız bir dönemde bir çokları gibi ben de eşimle Netflix’te ne zamandır izleyelim dediklerimizi fırsat bu fırsat deyip izledik. Mayıs sonu hesapladım, toplamda 240 saate yakın, yani koca bir 10 günü Netflix’e vermişiz. İzlediğim bazı yapımlar ile ilgili fikirlerimi ve hissiyatımı özetlemek istedim, az miktarda “spoiler” içerebilir fakat bu yazıyı okuduğunuzda yapımları daha hevesli izleyeceğinizi ümit ederim.

Neredeyse her dizide hissettiklerim:

-- Klasik toplum tepkisi vardır bizde; “Bu dizide propaganda var, kendi kültürlerini empoze etmeye çalışıyorlar, bunlar kültür emperyalisti..” . Aslında doğru.. Fakat şöyle bir detay var, biz prodüksiyon yaptığımızda karşıya %5 kendimize %95 çalışıyoruz, sonuç olarak uzun süreli etkileyicilik ve inandırıcılık düşük kalıyor. Netflix’te izlediğim yapımlarda bu propaganda meselesi daha dengeli, %60-%40 gibi sanal bir oran verebiliriz ki bu denge durumu yapımı daha izlenebilir ve daha inandırıcı kılıyor. Bunun en güzel örneği, İstanbul’un fethini konu alan 2012 yapımlı Fetih 1453 filmi ile 2020 yapımı Rise of Empires:Ottomans dizisi kıyaslamasıdır. Ottomans dizisinde tonla tartışmalı noktalar var fakat reklam reklamdır, birini Dünya’ya izletebiliyorsun, birini anca Türkiye’de.. Etki alanın işte böyle kısıtlı kalıyor.

-- House of Cards, İki Papa (Two Pope) ve Crown gibi tarihi dizileri izlediğimde hep içimden 'Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın hayatı nasıl güzel dizi olur’ diye bir buruk sızı ile geçti. Örneğin Crown’da kraliçenin hayatının önemli kesitlerini gördüğümüz gibi, Paşamızın Harbiye’de yaşadığı yıllardan başlayıp harf inkılabına kadar yaklaşık 30 yılda yaşadıkları 10’ar bölümden oluşan en az 6-7 sezonluk dizi yapsanız, belkide ülke tarihinin en önemli dizisi olur. Dünya’da kamu diplomasisinin çok önemli olduğu ve ülke olarak dertlerimizi yurt dışına anlatmakta zorlandığımız bu dönemde ne kadar önemli bir yapım olur ama bu işi kim yapar, kim finanse eder vs vs.. Gönül ister gururla paylaşalım ekran görüntülerini, bağlantılarını, diziden alıntıları..

-- Genelde gerçek hayattan senaryo oluşturulan dizileri izlediğimden hep sahneleri düşünürken aklımdan geçen cümle: “Bizim memlekette bu hikayenin 10 katı var, yapmıyoruz aktaramıyoruz..”. Kalifat ve Fauda gibi dizileri izleyin, bazı kısımları kurgu da olsa insanların yaşadıklarını nasıl yapımlaştırmışlar, ne dediğimi çok iyi anlayacaksınız. 


ü  HOUSE OF CARDS: İzleyince dünyadaki tüm politikacılardan nefret ettirebilecek bir dizi olmasına rağmen eğer konulara ilgiliyseniz olay örgüsündeki bazı eksikliklere rağmen çok başarılı bir yapım.

·   Sadece son yıllar değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili düzenindeki politik kültüre bakıldığında ABD’nin ne kadar farklı olduğu görülebiliyor. Oradaki kokuşmuşluğu, entrikaları ve siyasi manevraları da mümkün olduğunca çıplak bir şekilde anlatmaya çalışmış dizi fakat en çok dikkatimi çeken nokta, konuşmalarda hep ‘Ben şu yasayı hazırladım, bu yasa benim eserim’ gibi konular geçiyor. Bizde ise politik oyuncuların durumları maalesef genelde ideolojiler üzerine kurulu.

·  Politika deyince inşaat’tan söz etmemek olmaz. Özellikle 2010’lu yıllarda Türkiye’de hükümetin gereğinden fazla önem verdiğini düşündüğümüz inşaat sektörü, tüm dünya’da kısa vadede bir istihdam arttırma yöntemi. Bu bilgiyi bir çok sektör analizinde bulabilirsiniz fakat dizide 2020 Dünya’sının en gelişmiş ekonomilerinden ABD’de seçilen başkanın ilk icraatlarından birinin iş yaratma ve bunun için büyük altyapı yatırımları olduğunu görünce dikkati çekmiyor değil.

  

ü  MARCO POLO: Diziye çok para harcandığı belli, 13. Yüzyıl Çin’inde geçen dizide büyük Moğol İmparator’unun hayatı, devletin gelenekleri, saraydaki yaşam, harem hayatı, gerçekçi bir ambians ile işlenmiş. Moğolların o dönemki acımasız yaşamları, yanan atların savaş silahı olarak kullanılması gibi bugünden bakıldığında ilginç olan stratejileri ilgi çekiyor. O dönem ve tarihsel süreçlere merakınız yok ise tavsiye etmem, sıkıcı olabilir.

ü  THE ENGLISH GAME: 19. Yüzyıl sonunda sanayileşmiş bölgelerdeki emekçi toplumun günlük yaşamını ve futbolun hayatlarındaki önemini bu İngiliz yapımı tek sezonda özetlemiş. Bence dizinin en can alıcı noktası, kişisel hırsların yerine kurumların kuvvetli olmasının, ekonomik ve sosyal düzeni ne kadar ileri götürdüğüdür. En son bölümde görüldüğü gibi, kurumu yücelten kararlar sayesinde kurumsallığını koruyan düzenler, yıllar içerisinde o ülke ve topluma ne büyük sosyal, kültürel ve ekonomik değerler yaratıyor. Kurumlar kurumlar kurumlar, Daron Hoca'ya selam olsun..

 

ü  SELF-MADE MADAME C.J. WALKER: Dizi kısaca çalışmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Tabi bu tip işlerde zamanlamanın da önemini görebiliyorsunuz, eğer döneminizde ülke hızlıca büyüyor ise işleriniz daha kolay olabiliyor, dizideki işlerin bu dönemde yapılsaydı dizideki gibi büyüyebileceğini pek zannetmiyorum.

 

ü  VERSAILLES: Güneş Kral 14. Louis’nin hayatının önemli bir kesitini anlatan dizide dikkatimi çeken bir sürü ilginç detay var:

·  Muhteşem Yüzyıl’ın en eleştirilen noktalarından biri padişah haremden genelde çıkmaması, sefere gidişlerinin az olmasıydı. Neredeyse aynı durumu bu dizide görüyoruz. Dünyada dönemi’nin en kuvvetli isimlerinden Fransız Kralı, saray hayatının detaylarında ve özel hayatının dalgalanmalarında o kadar çok vakit geçiriyor ki, diziyi izlerken ara sıra “Bu adam memleketle hiç mi ilgilenmeyecek” diyorsun içinden.

·    Zehirlemelerin nasıl yaygın ve büyük bir korku ortamı yarattığını görebiliyorsunuz. Tüm saray ve etrafı paranoyak olacaktı bazı bölümlerde. Ayrıca soyluların da politika’da ne kadar etkili olduğu, bakan olarak devlete hizmet etmeleri, iç politikada dengeleri değiştirmeleri gibi etkileri güzel anlatılmış.

 

ü  THE CROWN: Kraliçe 2. Elizabeth’in hayatını çok başarılı bir şekilde anlatmış, mutlaka tavsiye ediyorum. Çok yoruma gerek yok fakat izlerken hep içimi burkan hissiyatımı yazının başında detaylıca yazdım. Bir çok bölümü tek solukta izleyeceksiniz, fakat benim en beğendiğim bölüm kraliçe’nin ömür boyu üzülerek hatırladığı toprak kayması’nın işlendiği bölüm. Churchill’i canlandıran karakter çok başarılı, özellikle hava kirliliği bölümleri çok etkileyici. Yakın İngiltere tarihini kronolojik sıra ile öğreniyorsunuz.

 

ü  KALIFAT: İlk 2-3 bölümü ne kadar sıkıcıysa, son 2-3 bölümü de o kadar heyecanlı olan dizi. Neye inanılırsa inanılsın, insanoğlu’nun uçlara gittiğinde nasıl bir varlığa dönüştüğünü, kötü sıfatının ne kadar ilerleyebileceğini dizi gösteriyor. Fazla detay vermeyeyim, kısaca üzücü ama bir o kadar da gerçekçi bir dizi. Gönül ister bizim ülkemizdeki bazı dramatik hayatların da böyle güzel yapımlarla dünyaya hikayeleri aktarılsın...

 

ü  FAUDA: İsrail – Filistin anlaşmazlığının bireylerin hayatlarını nasıl etkilediğini çarpıcı biçimde anlatan klasik bir aksiyon dizisi. Biraz güncel olsun, heyecanlı ve akıcı da olsun diyenlerin aradığı bir yapım, kaçınılmaz olarak dizide propaganda da var. Bu tip anlaşmazlıkların nesiller boyu insanları ne kadar etkilediği, bozulan düğünler, ölenlerin ardında kalanların yaşadıkları gibi farklı hikayeler ile çok net görülüyor. Şiddete hiç bulaşmamış, bu işlerle hiç alakası olmayan insanların da gün geldiğinde bir olayın göbeğinde olabilecekleri de güzel işlenmiş.

 

ü  İKİ PAPA (TWO POPE): Bir dinin propagandası bu kadar mı sade ve güzel yapılır, işte bu film bize gösteriyor. Bir inancın kendi içerisindeki kokuşmuşluğu ve hatalarıyla yüzleşmesi, korumacılıkla yenilikçiliğin çarpışması ve bir şekilde bu iki zıttın ortak yol bulup buluşmaları, anlaşmaları.. Herhangi bir konuda karşıtlığın ortak paydada, asgari müşterekte birleşmesi nasıl anlatılır, işte bu film’de görülüyor. Propaganda yapacaksan böyle bir film ile yapacaksın dedirten yapım.

 

ü  UNORTHODOX: Din, inanç, tutucu gelenekler, bir sürü detay ilgi çekiyor dizide ama asıl nokta, üniversitelerde insan kaynakları derslerinde izletilebilecek seviyede, insanın içindeki cevherin ne kadar değerli olduğunu anlatması. Baskıcı toplumlarda sönüp giden ne yeteneklerin olduğu, bu gibi cevherlerin belkide büyük bir kısmının ne yazık ki boşa gittiğini anlatan hüzünlü bir yapım olmuş. Çocukları, gençleri yönlendirirken onları dinlemenin de ne kadar önemli olduğunu, baskılar ile hayatların ne ölçüde değişebileceğini çarpıcı biçimde somutlaştırılmış.

 

ü  TROTSKY: Tarihsel süreçteki detaylarına çok fazla hakim olmasam da devrim dönemi Rusya'sını güzel tasfir eden bir yapım. O dönemin yoksulluğu, politik aktörlerin ve halkın davranışları çarpıcı biçimde yansıtılmış. Eğer Kızıl Devrim dönemi ilginizi çekiyor ise mutlaka izleyin, dizinin Rusça olması da orjinalliği arttırmış.

 

ü  SPY: Gerçek hikayeden uyarlanan, devletin en üst makamlarına kadar yükselen bir casus’un hikayesi. En can alıcı kısım ise bireyin devletin menfaatleri doğrultusunda ailesi ve kendinden ne kadar ödün verdiği, özel hayatından neleri feda ettiği.. Sonunu hiç söylemeyeyim, ülkeler arası hala siyasi tartışma konusu.. Tabi ki propaganda var fakat başta bahsettiğim gibi dengeli olduğu için keyifle ve heyecanla izlenebilecek bir yapım olmuş.


Thursday, August 10, 2017

Ulusların Düşüşü - WHY NATIONS FAIL?



Sürekli okuma alışkanlığı olan biri değilim ve okurken dikkatimi toparlamakta zorlanırım maalesef, fakat kesin ve net olarak söyleyebilirim ki bu kitap 27 yaşıma kadar okuduğum en iyi 3 kitaptan biridir. İnsanın hayata bakışını değiştirecek kitaplar vardır derlerdi de takmazdım pek, inanmazdım, fakat bu kitabı okuyunca birçok konuda hayata bakış açım değişti. Üniversitelerde zorunlu olarak okutulmalı.

Baştan belirteyim, diğer yazılarıma nazaran bu yazım biraz klasik kitap özeti niteliğinde, çünkü çok fazla bilgi var, hatta bir çoğunu buraya yazmak istemedim ki okuyan yazılanlara bakıp ilgiyle okusun. Uzun uzun yazmayı sevmediğim için madde madde olarak sıralı bir biçimde kitaptan örnekler alacağım ki okumak isteyene de güzel bir heveslendirici olsun. 

Kitabın sürekli altını çizdiği nokta: kurumlar kurumlar kurumlar. Bu kurumlar parlamento gibi bir insanların talepleri doğrultusunda yasama faaliyeti gösteren bir yapı, anayasa mahkemesi, idari mahkemeler gibi hukuksal yapılar, ihracatçılar birlikleri, ticaret sanayi odaları gibi ekonomik yapılar, TUBİTAK gibi bilim ve teknoloji ile alakalı yapılar olabilir. Kitap tam olarak bu kurumların şeffaf, tarafsız ve verimli çalışması ile bu ülkenin zenginliği arasında önemli bir bağlantı olduğu iddaa ediyor ve bir çok örnekle bunu destekliyor.


1. Bölüm
Kitap 15. ve 16. yüzyıllarda başlayan sömürgecilik akımının günümüze kadar ulaşan sonuçları hakkında ilk bölümlerde kapsamlı bir çerçeve oluşturur. Genel olarak İspanyol sömürgecilik anlayışı ile Amerika kıtasındaki değerli varlıklar İspanyol Krallığını zengin etti, fakat koca bir kıtanın ekonomik potansiyelini de yerle bir etmiş oldu. Encomienda, repartamiento gibi kitapta anlatılan sömürü kurumları ile bölgedeki altın, insan gücü gibi değerli olan her şey Avrupa'ya taşındı. Bugün bu anlayışın ve sömürünün etkilerini koca kıtadaki gelir eşitsizliğinden, sosyal ve ekonomik durumundan hala görmekteyiz diye düşünüyorum.

İngilizler, şu anki Birleşik Devletlerin olduğu kısma çıkarma yapıp, o bölgeyi sömürdüler. Tabi geç kalmanın faturası olarak, altın gümüş gibi çok daha potansiyelli bölgeleri Portekizliler ve İspanyollar aldığı için mecburen daha az potansiyelli bu bölge İngilizlere kalıyor, hatta kitapta, ilk giden İngiliz kaptanlardan birinin bir günlük alıntısı var. Kaptan İngiltere'deki direktörlerine yazdığı mektupta, bölgede pek sömürülecek bir şey olmadığını, Kızılderililerin de çok fazla çalıştırılamadığını belirtiyor ve bir dahaki İngiltere - Yeni Kıta seferlerinde bin işçiden ziyade 30'ar adet demirci, çiftçi gibi farklı zanaatlardan ustaların gönderilmesini talep ediyor.

İngilizlerin bir akıllı stratejisi de şu idi: baktılar yerel halk pek çalıştırılamıyor, İngiltere'den gelen kolonicilere kullanılması amacıyla toprak dağıtmaya, bu kişilere ev verilmeye başlandı. En önemlisi de tüm yetiştin erkeklere 1619'da ilk defa toplanan Genel Kurulda söz hakkı verildi. Bu durum Birleşik Devletler'deki demokrasinin başlangıcı kabul ediliyor. 

Tabi bundan sonra 1787'de Philedelphia'da bir kongre toplanıyor, adamlar 1600, 1700'lerde demokratik bir sistem ile kurumları güçlendirirken, aynı zamanda o bölgede yaşayanları daha iyi üretim ve yaşama hakkına teşvik ediyorlar. Tabiki eksikleri var, mesela kadınların oy kullanamaması, köleliğin olması gibi. İspanyollar ise sadece bölgenin değerlerini sömürmekle, kurumları da bu amaca yönelik kurup yönetmekle uğraşmışlar. Tabi bunun sonunda da 1700'lerin sonunda sanayi devrimi Birleşik Devletlere gelirken, Meksika ve güneydeki topraklar iyice fakirleşmiş.

Kişisel haklar konusunda ise İngiltere şahsi fikir haklarını koruduğu için patent konusunda titiz davranmış ve tabi bireyler de yeniliklerin hızlanmasında büyük rol oynamışlar. Ayrıca bunların da fonlanması tabi fikirlerin büyümesi açısından çok önemli olduğundan bankacılık sisteminin gelişmesi de çok önemli. En çok şaşırdığım istatistiklerden: Birleşik Devletlerde 1818'de 300 civarı banka varken 1914 yılında 27,800 civarında banka aktif olarak çalışıyor, bunun yanında Meksika'da 1910 yılında 42 banka var ve iki tanesi tüm varlıkların yüzde 60'ını elinde bulunduruyor. 
Aslında 2 bölgede de bankalar kar amaçlı çalışıyor, fakat ABD'deki kurumların yarattığı sıkı rekabet durumu değiştiriyor.

Günümüzde ortalama bir ABD vatandaşının hayat standardı, bir Meksika vatandaşının yaklaşık 7 katı. Bu da sonuç olarak kurumların yapısından, bireyleri yenilikleri teşvik etmesinden kaynaklanıyor. Bu sebeple yazarların sınır ile ikiye bölünen bir şehrin ABD ve Meksika yakalarındaki hayat standartlarının çok farklı olması normal, ama bir tesadüf değil!

2. Bölüm
Bu bölümde ülkelerin zenginlik sebeplerine ilişkin hipotezler yer alıyor. Yazarlar aslında genel olarak tek kuralın kurumların özellikleri olarak açıklıyor. 

Birçok farklı hipotez ele alınmış fakat ortadoğu ile ilgili olan yorumu pek anlayamadım. Yazarlar, ortadoğunun geri kalmasını Osmanlı İmparatorluğunun bu bölgeye doğru güçlenmesine ve ardında bıraktığı kurumsal mirasa bağlıyorlar. Daha iyi açıklamaları gerekirdi. Fakat 2. bölümde, ortadoğudaki fakirliğin, islam ile alakasının olmadığını, otoriter rejimler ile kötü yönetilen kurumlar sebebiyle oluştuğunu savunuyorlar.

Yazarlar, bu bölümde Afrikalıların birbirine güveninin, diğer kıtalarda insanların birbirine olan güveninden daha az olduğunu söylüyor, bunun da eski dönemlerde her an yakalanıp köle yapılma psikolojisinden kaynaklandığını savunuyorlar. İlginç bir nokta.

Çin ile ilgili son 30 yıllık kalkınma hareketinden önceki fakirliğin sebebi olarak da tamamen Mao'nun otoriter rejimi, kendisine biat etmekte tereddüt ettiğini düşündüğü entellektüeller ve diğer önemli kişilere uyguladığı baskı sonucu boşa harcanan ülke kaynakları olarak gösterilmiş.

Gelir dengesizliğinin de sebebi olarak cehaleti gösteren hipotez de; fakir ülkelerin iyi politikalar üretemediği, üreten kişilerin de yeterli eğitimde olmadıkları varsayımına dayanır. Fakat kitap bu hipotez için, 'önemli olan ülkelerin liderleri ve yönetenleri değil, toplumu yönlendiren siyasal ve ekonomik kurumların toplum üzerindeki teşvikleri ve kısıtlamalarıdır' doğrultusunda tezini oluşturmuştur.

3. Bölüm
Kuzey Kore'deki insanların ortalama yaşam süreleri Güney Kore'dekilere göre yaklaşık 10 yıl kısadır. 1990lar sonrasında ise makroekonomik verilerin arasındaki makas ve da gelişmişlik düzeyindeki makas iyice açılır, bunların sebepleri için kurumlara bakılmalı. Kuzey korede eğitim, büyük ağırlıkla propoganda amaçlı, okul sonrası 10 yıl askerlik zorunlu, güneyde ise özel mülkiyet hakları önemli ve eğitimde bireye önem veriliyor. 

Kitabın üzerinde durduğu belkide en can alıcı terimler kapsayıcı ve sömürücü kurumlar.

Kapsayıcı Kurumlar: Kurumların toplumun tüm gruplarını kapsayıcı ve bireyleri koruyucu olduklarında ülke refahının ne derece artmakta olduğunu birçok örnekte görmekteyiz. Güney Kore ve ABD'de genel olarak işlediği gibi insanların özel mülkiyeti, fikir mülkiyetleri, bağımsız yargı ile korunan kişisel hakları, bireylere istedikleri meslekleri seçmeleri özgürlüğünü veren ve gelişim için teşvik sağlayan bu tip kurumlar, iki büyük lokomotif doğurur: teknoloji ve eğitim. 

Sömürücü kurumlar ise kişi haklarını bağımsız olarak savunmayıp bir zümrenin toplumu sömürmesi ve toplumun ilerleyememesini sağlayan kurumlardır. Bir ülkedeki kurumların sömürücü özellikleri ön planda ise kişisel haklar zamanla kaybolmakta, toplum refahının da yüksek seviyeye çıkması veya yüksek ise sürdürülebilir olması zor olmaktadır. Kitap bu ayrımı birçok örnekle kuvvetlendirmiştir.

Kısa bir özet ile bu kurumların doğal işleyişi sebebiyle Samsung ve Apple gibi markalar Güney Kore, ABD gibi ülkelerden çıkmış, Meksika ve Kuzey Kore gibi ülkeler geri kalmışlardır.

Kurumlar ile ilgili de güzel örneklerden biri: 1965-1997 arası Kongo başkanı Joseph Mobutu döneminde ülkenin durumu. Kongo bu dönemde aralıksız fakirleşir, fakat bir elit inanılmaz derecede zenginleşmiştir. Başkanın kendisinin büyük bir sarayı, Fransa'ya giderken kiraladığı özel Concorde uçak için bahçede bir pisti, Belçika'da alınmış geniş araziler gibi taşınmazları, Avrupa'da satın alınan şatoları söz konusu iken ülkede refah seviyesi tahmin edilebileceği gibi çok düşük kalmış durumda. Bugün ise Kongo'nun fakirliği devam ediyor çünkü teşvik edici kurumlar yok. Kurumlar, bir zümrenin aşırı zenginleşmesinde dengeleyici bir rol oynamaktansa onları desteklemiş, diğer insanların da verimliliğini tam anlamı ile yok etmiştir. Çalışma alanınızda yapmış olduğunuz ilerlemeler ile beraber bir değer yaratmak, ticaret yapmak, bir ürün veya hizmet üretmek gibi eylemleri yaparken devlet gelip her an yaptığınız işe el koyabilir ise, hiç kimse bu tür işler ile uğraşıp katma değer yaratmaz, bu tip ülkelerde de olan maalesef bu.

4. Bölüm ve 5. bölüm
Bu bölümde genel olarak kapsayıcı kurumların örneklerine yer verilmiştir.

Benim kitapta en beğendiğim örneklerden biri de hepimizin az çok bildiği, Sanayi Devrimi'ni başlatan James Watt'ın babasına yazdığı mektuptur. İngiltere'de oluşan görkemli devrim havası 17. yüzyıl sonrasını tamamen değiştirmiş, yeni ürün ve yeni pazarların ülke ekonomisine katkısı için de her türlü ortam hazırlanmıştır. James Watt'ın mektubundan alınan parçada, bulduğu ürünün denizaşırı pazarlarda iyi bir talep getireceğini ve parlamentodan bu durumun güvencesini aldığını babasına iletiyor. Yani kurumlar yeniliklere öyle destek veriyor ki, pazarlara açılıma yöneltiyor ve fikir sahiplerinin haklarını koruyor. Bunu yazdığım dönemde bir haber vardı, Antalya'da 3 kolej öğrencisi, yaptığı proje ile ABD'da altın madalya alıyor fakat Tübitak kabul etmiyor projeyi. İşte kitabın bahsettiği de tam bu, 1600-1700lerdeki atılımın sonuçları, 2000lerdeki yozlaşmış kurumların sonuçları...

Kitap; 15-16 yüzyıllardan sonra İspanya, İngiltere ve Fransa'nın ayrılmasını özet olarak; demokratikleşme ve kurumların kişi haklarını koruması olarak anlatıyor. Fransa kendi devrimine kadar biraz daha gecikti, ispanya ise kraliyetin etkinliği, geç demokratikleşme ve sanayi devrimini tam yakalayamama sebebi ile geri kaldı.  

Osmanlıda ise mutlakiyetçilik çok güçlü olduğundan kişisel gelişim çok gecikti. Özel mülkiyet malesef çok geride kaldı bu sebepten ötürü de imparatorluğun sonuna doğru gelişmeler iyice yavaşladı. Ticaret devlet kontrolündeydi, meslekler lonca ve tekeller ile kontrol ediliyordu, bu sömürücü kurumlar ile bölge ekonomik açıdan durgunlaştı.

Yazarlar sömürücü kurumlara dayalı büyümeyi de uzun vadede sürekli görmüyor çünkü bir yerden sonra büyümenin oluşturduğu varlıklar bir elitin elinde toplanıyor ve toplumda kutuplaşmayı arttırıyor, bu da bir süre sonra iç savaş bazen ülkenin tamamen çökmesine sebep oluyor. Bu durumlara örnek olarak Rusya ve potansiyel olarak Çin verilmiş durumda.

Stalin 1920lerde tarımda özel mülkiyeti kaldırıp, kolektif çiftlikler oluşturdu ve buradan elde edilecek hasat ile fabrikalarda çalıştırılacak işçilere bakılacaktı. Eldeki varlıklar ile maksimum çıktı elde edilmesi gibi bir telaşı olmayan üreticilerde ise verim çok düştü, 6 milyon insan kıtlıktan öldü. Bu sanayi hamlesi ile 1960a kadar yılda ortalama yüzde 6 büyüdüler, ama sonra büyüme durdu. Bu sömürücü kurumlar sürdürülebilir değişimler üretemediler tabi, uzun vadeli tek başarıları ise kısıtlı bir biçimde teknoloji ve bilimde uzay konusundaki çalışmaları oldu.

Kitabın verdiği Stalin dönemi nüfus sayım örneği çok hoşuma gittiği için not olarak yazmak istedim: 1937'de nüfus sayım sonucu 162 milyon çıkıyor, Stalin beğenmiyor çünkü 1934'te 168 milyonuz ve artıyoruz demişti, sayım yapanları öldürtüyor veya Sibirya'ya gönderiyor. 1939'daki sayımda sayanlar olayı anlıyor ve 171 milyon yapıyor nüfusu :)

Yazarların çin ile ilgili öngörüleri de negatif konumdadır. Rusya'nın 20lerde 30lardan başlayarak 70lere kadar yüksek büyüme hızına batının korkuyla karışık hayranlığı vardı, bugünkü Çin hayranlığı gibi. Önümüzdeki yıllarda dönüşüm geliştirmediği takdirde Çin de ileride sınırlı komünizmin doğurduğu sömürücü kurumlara dayalı elit etrafında büyüyecek ve likidite toplanacak, bu da büyümeyi durduracak, çünkü serbest piyasayı ve bireyleri destekleyen kapsayıcı kurumlar mevcut değil.

6. ve 7. Bölüm
Bu iki bölümde genel olarak yeniliklerin neler getirdiği ve tarih boyu yöneticiler tarafından ne kadar tereddütle bakıldığından bahsediliyor. 

Yaratıcı yıkım denilen olgu, bir örnekle açıklanıyor. 1589'da William Lee örgü makinesini buluyor, 1. Elizabetle konuşuyor, Fransa'ya gidiyor, başka yatırımcılar ve yöneticiler ile görüşüyor, fakat herkes reddediyor, çünkü o dönemdeki yöneticiler, bu tip yenilikleri, üretimdeki sonuçları ve yaratabileceği potansiyel işsizlikten korkup reddediyorlar. Başka bir örnek de sayılı zenginlerden Rotschild ailesinden. 19. yüzyılda bile Avusturya'da lokomotifi getirip, demiryolu ağını oluşturmak istemişler fakat dönemin imparatoru engellemiş. Daha genel bir deyiş ile yaratıcı yıkım korkusu, neolitik devrim ve sanayi devrimi arasında yaşam standartlarında sürdürülebilir bir artış olmayışının ardındaki esas neden olarak gösteriliyor. (Örneğin; sıradan bir Romalının ortalama yaşam süresi, 17. yüzyılda bir İngiliz'in yaşam süresine yakındır.) 

Yeniliklerin İngiliz ekonomisindeki büyümeyi nasıl tetiklediği de örnekler ile anlatılmış. Richard Arkwright, Samuel Need , James Hargreaves gibi isimler sayesinde tekstilde ilk fabrikalar kuruldu, su gücünden buhar gücüne geçildi ve sonunda 100 pound pamuğu eğirmek için 1700'lerin başında el ile işlemle 50.000 saat gerekirken, 1700lerin sonunda ise makine ile 135 saate kadar düştü. Edmund Cartwright 1785te de mekanik dokuma tezgahını geliştirdi ve bu gelişmeler sayesinde 1780-1800 arasında, sadece 20 yıl içerisinde İngilizlerin tekstil ihracatı ikiye katlandı.

8. - 11. Bölüm
19 yüzyıldan genel olarak bahsedilen bu bölümde öncelikle ilgimi çeken kısım Rusya - İngiltere kıyaslaması. 19. yüzyılda potansiyeli olmasına rağmen neden Rusya değil de İngiltere atılım yaptı? Çünkü İngiltere'de halk artık şehirleşmeye doğru kaymıştı, şehirleşen bir toplum daha fazla sözünü yöneticilere geçirebiliyor, daha örgütlü ve kısmen yetkilendirilmiş halk, Rusya'daki gibi hala tarım toplumu olan bir halka göre daha fazla demokratik hak aldı ve hızlı ilerledi. 

Eğitim ile ilgili de dipnotlar çok ilginç; İngiltere'de zorunlu eğitim 12 yaşına 1899'da çıkarılmış. 10 yaşında okula gidenler 1870'de yüzde 40, 1900'de yüzde 100'e ulaşmış. Matbaa'nın icadından bahsedilen bir bölümde ise bizim için pek iyi olmayan bir kısım mevcut; 1800'de İngilitere'de okur yazarlık erkeklerde yüzde 60, kadınlarda yüzde 40, Osmanlı'da ise yüzde 2-3 arası değişiyor. 

18. yüzyıldan itibaren de Yahudilerin sorunları ve kaydedilen ilerlemelere de yer verilmiş. Fransız devrimi öncesi Yahudiler Avrupa'da ticari ve kültürel anlamda bir çok problemi derinden yaşadılar. Örneğim 18. yüzyılda Frankfurt'ta yaşayan Yahudilerin sadece bir mahallede yaşama zorunluluğu varmış, pazarları ve dini bayramlar gibi bazı günlerde mahalleden çıkışları yasak olduğu gibi, evlenme konusunda da yeni bir yılda en fazla 12 çifte izin verilirmiş, onlar da 25 yaş üzeri ise. Silah, baharat, şarap gibi ticaretleri de yasakmış.

19.yüzyılın ortasına gelindiğinde görülüyor ki Fransa'nın etkisindeki bölgeler devrim sonrası ekonomik bir iyileşme yaşanır, fakat etkisinin az olduğu veya fethedemediği Rusya, İspanya, Polonya gibi bölgelerde durgunluk devam eder. Birkaç istisna dışında günümüzün zengin ülkeleri 19. yüzyılda başlayan teknolojik ve sanayi gelişimini yakalayanlar oldu. Eşitsizliğin temellerinden biri bu.

Tekeller Konusu: Bu konuda da ABD'nin serbest piyasaya aykırı ama tekelciliği de durduran bir politikasından söz edilmiş. John D. Rockefeller 1870'de Standart Oil Company'i kurar, 1890'larda ABD'nin bugün bildiğimiz sınırları içerisindeki ham petrol akışının yüzde 88'i bu şirkete aittir ve 1916'da Rockefeller dünyanın ilk dolar milyarderi olmuştur. Ama ABD'de bu tekellere fırsat verilmemiştir, 1901'de göreve gelen Roosevelt ve halefi William Taft bu tekelleşmenin yavaşlatılması gerektiğini söylemiş, ve 1910'da Standart Oil Company farklı davalar ile çökertilmiş. Burada da devlet politikasının tekelleşmeye ne kadar karşı olduğunu görebiliyoruz.


12. Bölüm ve Sonrası
Bu kısımlarda yazar tezlerini netleştirmektedir ve sonuç olarak kurumların yapılarının ülkeler arası zenginlikte anahtar rol oynadığının altı çizilmektedir.

Ülkelerin başarısız olmaları ve fakirliğin bir diğer sebebi de Devletlerin iflasıdır, bu da sömürücü ve dışlayıcı kurumlar sebebiyle ortaya çıkan bir durumdur. Ülkeler, bulundukları coğrafya yada sahip oldukları kültür nedeni ile başarısız olmazlar, güç ve zenginliğin devleti idare edenlerin karışıklığa çatışmaya ve iç savaşa neden olanların elinde yoğunlaşmasına neden olan sömürücü kurumların mirası yüzünden başarısız olurlar.

Günümüzde birçok ülkede yaşanan ve maalesef ülkemizde de yakın tarihte gördüğümüz, iktidar değişse bile düzenin aynı kalması ile ilgili de birçok örnek var, bunlardan biri olarak da Bolşevik isyanı verilmiş. 20 yüzyılın başında Bolşevik isyanı çok kanlı meydana gelir ve sonra kendi devrine tehdit oluşturacakları da temizler. Tabi devrimin kendi çocuklarını da yemesini de unutmamak gerekir. Bu gibi durumlara bakılacak olur ise elitleri alaşağı ederken yeni bir elit oluşturuyor, bu rejimler de aynı konsept üzerinde sömürücü kurumlar ile oyunu devam ettiriyor.

Medyanin öneminden de otoriter yönetimlerin onu nasıl kullandığı örnekleri üzerinden bahsedilir. 1990'lardaki Perudaki Alberto Fujimo rejimi'nden verilen bir özetin sonunda istihbarat teşkilatının önde gelenlerinden birinin beyanatı şu şekildedir: "Televizyonu kontrol edemeseydik, hiçbir şeyi kontrol edemezdik." Bu gibi verilen birçok örnekten belki etkilerini günümüzde en çok gördüklerimizden biri Çin. Şu an ülke yönetiminin medya üzerindeki etkisi korkunç seviyelerde ve kamuoyunun bu şekilde yönlendirilmesi ile birçok dinamik kontrol ediliyor. Çinli bir yorumcu bu olayı, partinin liderliğini sürdürebilmesi için silahlı kuvvetleri, parti kadrolarını ve haber akışını kontrol etmesi olarak özetler. Tabi bu durum şu an işliyor olabilir fakat önceki bölümlerde anlatılan örneklere bakıldığında ne kadar sürdürülebilir olduğunu hep beraber göreceğiz.

----
Kitabın ortasından itibaren alıntılarımı ve örneklerimi azaltarak devam ettim, yoksa yaklaşık 450 sayfaya nasıl sığdığını anlamadığım bu kitaptan ilgilimi çeken her bölümü alsam, hem emek hırsızlığı olur hem de okuyan için tembellik olur diye düşündüm. Son bölümlerde tarihte çöküş yaşamış birçok ülkenin örnekleri var ve en beğendiğim alıntılardan biri ile nokta koyayım: "...Çok farklı tarihlere, dillere ve kültürlere sahiptiler. Hepsinin ortak noktası ise sömürücü kurumlardır. Bu örneklerin hepsinde söz konusu sömürücü kurumların temelinde ekonomik kurumları toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması pahasına kendilerini zenginleştirip iktidarlarını idame ettirecek şekilde tasarlayan bir elit bulunur."

Daron hocamıza saygılar...























Saturday, January 14, 2017

Frankfurt

Bildiğimiz, klasik, büyük bir Alman şehri... Almanya'nın finans ve bankacılık merkezi olduğu için bolca beyaz yakalı görülüyor. Merkezdeki kafeler, restaurantlar da tabi biraz daha gösterişli. Münih ve Stuttgart genelde üretim şehirleri olduğundan salaş barlar ve dönerciler daha yaygın, tabi üretimde çalışan çok olduğundan, fakat burada millet daha resmi takılıyor.

Fuar meselesine gelecek olursak, bu Almanlar her şeyde olduğu gibi fuar işinde de sistemli hareket ediyorlar. Frankfurt'ta ev tekstili fuarı olurken aynı veya birkaç günü çakışan tarihlerde de düseldorfta promosyon ürünleri fuarı oluyor. Birçok kişi birinde 2 gün gezip ardından diğer fuara geçiş yapıyor. Mesela pasaport kontrolden ülkeye girerken polis fuar biletimi göstermemi istemişti ve Düsseldorf'a gideceğimi sordu. Cevapladıktan sonra nedenini sorduğumda polis, gelenlerin bir kesiminin iki fuara da gittiğini, bu yüzden aradaki seyahat bileti ve kalacak yerini sorduğunu söyledi. Ülke olarak sistemli çalışmak heralde böyle birşey..

Fuar ekonomisinin ülkeye kattıklarını düşünürsek de, klasik deyimle otelinden taksicisine herkere pay düşüyor. Ben bir apartman dairesi kiraladım, gecelik 80 euro civarında bir ödeme ile iyi bir fiyatla temiz bir yerde kaldım, fakat stand açan firmalar ile görüştüğümde ödenen paraların pek öyle az olmadığını gördüm. Mesela Denizli'den bir firma, fuar'a yakın, bilinen bir otele gecelik kişi başı 400 euro civarında ödeme yapmış. Kişileri saymadım ama 7 kişi desek, 5 geceden 14.000 euro konaklama ücreti. Orta büyüklükte bir stand için 50.000 euro masraf yapıldığını duydum başka bir denizlili firmadan. Müşteri yemekleri, taksi ücretleri, 400 euro civarında uçak biletlerini düşünecek olursak, ortalama büyüklükteki bir firma, 70.000 euro minimum masraf ediyordur. Uçak biletleri haricinde bu masrafın tümü Almanya'ya kalıyor. 70'den fazla şirketin katıldığını düşünürsek, (biraz Türk hesabı oluyor ama:) ) yaklaşık 5 milyon euro, Frankfurt şehrine SADECE DENİZLİ'den giren para. Bu sadece bir hafta içerisinde ve tek bir şehirden geliyor, yıllık bazda çok iyi rakamlar ediyor. Neredeyse tümü de hizmet olduğundan üretim bandı gibi malzeme gideri vs yok, bu miktar her yıl şehirde taksiciye, garsona, devlete bölünüyor. Özel harcamaları saymıyorum bile. Biz de yurtdışından hala müşteri bulalım da yüzde 10-20 kar ile havlu satalım. Bu işler bizi de doyurur ama sonraki nesillere kalır mı çok da ümitli değilim. 

Bir akşam Denizli'den tanıdıklarımla yemeğe gittik ve masada oturanlardan bazıları Frankfurt'ta yaşayanlardı, ilginç hikayeler de anlattılar. Birinin kardeşi metroda bilet kontrolü yapanlardan ve yılda birkaç defa Türklerin kendilerini yakalattığından bahsetti. Nasıl mı; arkadaş biraz esmermiş ve belli oluyormuş baya Türk olduğu, metro kapısı açıkken dışarda binsem mi binmesem mi gibi beklerken metro içerisinde ayakta duran bizim uyanıklar bazen sesleniyorlarmış: "Abi gel gel bekleme ya biletsiz biniver birşey olmuyor" . Tabi sonra paşa paşa 60euro cezayı ödüyorlar. Uyanıklığın bu kadar ucuzu artık :)

Tabi Almanya denince düzen ve sistemi düşünürüz ama bunu kurmanın da en önemli unsuru denetleme ve kontrol mekanizması. Yemekte oturduğum kişilerden biri de belediyede çalıştığını söyledi ve yağmur sularını bile nasıl kontrol ettiklerini anlattı. Komik gelebilir ama adamların vergi sistemini nasıl kontrol ettiğini gösteriyor. Geçen yıl başına gelen bir vakada adam yağmur suyu giderlerinden birini evin içine bağlamış, günlük ihtiyaçlarında çamaşır bulaşık yıkarken falan kullanıyormuş. Bizim Türk akıllı tabi Allah'ın suyu ya ne diyecekler diye düşünmüş ama Alman yer mi bunu! Nasıl olduysa bir gariplik olduğunu fark etmişler, 3 gün boyunca evin su çıkışına sayaç koyup sonra giren çıkan sudaki anormalliğisap etmişler, ve bu durumdan ötürü (atık su veya kanalizasyon vergisi gibi bir ismi vardı da hatırlayamıyorum şu an) ceza kesilmiş. Almanya'da yağmur suyu ile bahçe sulayabiliyormuşsun fakat bunu başka amaçlarla kullanamazmışsın, su illa toprağa karışacak, düzen bu şekildeymiş. Adamların şu örnekteki vergi kaçağını bile bulması gerçekten takdir edici, Almanya niye lokomotif ülke, saat gibi çalışan makine mübarek deriz, e boşuna değil tabi.

Bahsetmem gereken bir detay da güvenlik durumu. Geçen yıl fuar girişinde çanta kontrolü yoktu, içeride devriye gezen güvenlik görevlileri yoktu, bu yıl ikisi de var. Metrolarda, havalimanının pasaport öncesi sonrası her bölgesinde, şehrin kalabalık yerlerinde, kısaca birçok bölgede asayiş polislerini ve özellikle elinde otomatik silah olan (ki ben bu tür silah taşıyan polisleri ilk defa görüyorum Avrupa'da) polisleri görebiliyorsunuz. Dünyanın çivisi çıktı arkadaş, her yerde terör korkusu...

Farklı işler yapmalı, dokuma boyama gibi işler babamın jenarasyonunda iyi prim yaptı, bizim üzerine ne koymalıyız, bunları düşünmemiz lazım. Bu mesele bir tır mermer gönderip, aynı paraya bir tomografi cihazı almaya benziyor malesef, bu halde devam ettiğimiz sürece elin oğlu ilerler, biz de arkasından öylece bakarız.


Kaldığım stüdyo daire, fuar zamanı geceliği 80euro'ya bir yer bulunca insan seviniyor :)

Block House diye bir restauran zincirinin çok güzel etleri var, tavsiye ederim.

Fuar alanında gezerken.

Opera Binaları

Buffalo Steakhouse diye bir et lokantası var, yediğim en güzel etlerden birini yedim orada, mutlaka gidilmeli...







Sunday, October 16, 2016

Londra

Kıta Avrupası'nda gitmediğim ülke neredeyse kalmadı, 3 farklı ülkesinde uzun süre yaşadım, farklı şehirler gezdim gördüm fakat Londra hiçbirine benzemiyor. 

İlk günlerde dikkatimi çekenlerden önceliği demir. Birçok bölgede demir yapılar dikkati çekiyor, demir konstrüksiyon köprüler her yerde, muhtemelen Sanayi Devrimi'nin tarihlerinde ne kadar önemli olduğunun altını çizmek için olduğunu düşündüm. Aşağıdaki fotolardan birinde görebileceğiniz gibi özellikle köprüler tam bu devrim yüzyılına denk geliyor. Tabi adamların dünyayı sömürmelerindeki demirin önemini düşününce insan, bu kadar göze sokulmasına şaşırmıyor.

Evlerin yapıları da beni en çok şaşırtan noktalardan. Merkezinde 8 milyon yaşıyor şehrin fakat şehrin en çekirdek bölgesi dışında evlerin hemen hemen hepsi ip gibi tek katlı binalar. İnsan hayret ediyor bu kadar insanı nasıl sığdırmışlar diye. Zaten yanına gittiğim doktora yapan arkadaşım Aydın da bu sıkıntıdan çok bahsetti. Şehrin en büyük problemi şu an barınmaymış. Bu sıkıntı tabi ki otel fiyatlarına da yansımış, arkadaşımda kalmayıp otelde kalsaydım, 4-5 gece için maaşımı Londra'da bırakacaktım :) Ayrıca evlere baktığın zaman bildiğin Harry Potter burası ya diyesi geliyor insanın :)

Merkezde çok fazla tiyatro var ve program aralıksız olarak her hafta bir müzikal veya tiyatro oyunu gibi bir aktivite ile dolu oluyor. Tabi Harry Potter'ı da bir tiyatronun önünde gördük, millet birbirini ezecek önünde fotoğraf çekilmek için. İnsan hayret ediyor bir kitaptan bu kadar bir ekonomi yaratılmasına...

En merkezi yerlerde pek gezmedik çok turistik olduğu için, çok da kalabalıktı. Mesela şu meşhur London Eye'ın etrafı Birleşmiş Milletler gibi maşallah, her tip turist var. Hiçbir özelliği de yok bence, bildiğin dönme dolap ve etrafa bakıyorsun 40-45 dakika boyunca. Girişi de 25 sterlindi, 2 yıl önce buranın 13 bileti bizim asgari ücretimiz ediyor hesaplarıma göre. Ne diyeyim, bacasız sanayinin ekonomideki öneminin somutlaşmış hali.

Şehrin müzeleri zaten tam anlamıyla anlatılmaz yaşanır dedirtiyor. British Museum'u zaten yürüyerek gezmeniz tüm gününüzü alır, durup okuyayım azıcık dersen bir günde müzenin yarısını belki gezebilirsin, iyice inceleyeyim dersen bir tam günde çeyreğini gezebiliyorsun bizim 1-2 salonunu gezebildiğimiz gibi. Bir millet tüm dünyayı nasıl sömürür, işte müzesi bu. Dünyanın her yerinden dolu görülecek eser var. Adam parça parça tapınağı getirmiş ya daha ne diyeyim. Tabi, zamanında yaşayan İngiliz Amcalar, sen bu kalıntılara, eserlere iyi bakamazsın da anlayamazsın da, o yüzden ben götüreyim de demiş olabilir. İçim acıyarak söylüyorum ama malesef çok da haksız değil. Vaktim kalmadığı için tarih müzesini gezemedim, orası da çok büyük dediler içimde kaldı resmen. 

Bilim ve teknoloji konusunda da cidden hayretler içinde kaldım. Genelde Almanların teknolojiye katkıları gözümüzün önüne gelir (Münihteki DEUTCHE MUSEUM bunu en somut kanıtıdır, mühendislerin gitmesinin zorunlu olduğu müze kanımca). İngilizleri de yok buhar makinesini bulmuşlar, yok demiryolları falan filan diye geçiştirirdim, fakat itiraf ediyorum cahilmişim. Adamlar tekstil, elektromekanik, taşımacılık, tıp gibi birçok farklı alanda müthiş icatlar yapmışlar. Benim işim gereği tekstil makinelerini çok merak ettim. Adamlar 1840'larda elle dokumadan çıkmaya, seri üretime geçmeye başlamışlar. 1850'lerde jakarlı (desenli dokuma yapabilen) dokuma makinesi yapmışlar, benim bildiğim kadarıyla normal dokuma makinesi üreten Türk firması 2016 Ekim itibariyle mevcut değil (1980'lerde MKE tarafından birkaç model üretiliyor fakat milletimiz ithalden vazgeçmemiş.) . 1770'de adam iplik makinesi yapabiliyor. Görünce şoklara uğradım resmen. 

Park mevzusunda tabiki birçok Avrupa şehri gibi Londra'da da sürüyle park var. Bu konuda Türkiye'yi çok başarısız bulurlar, çarpık kentleşme sebebiyle güzel parklarımızın olmaması konusunda haklılar ama bizim iklimimizde de böyle 12 ay yemyeşil parkların olması da zor. Londra'da da 2 ay 40 derece olsun, hiç yağmur yağmasın, o zaman tekrar görüşelim bu eleştiriyi yapıp bizim memleketi beğenmeyen kişilerle. Ayrıca hydepark hydepark diye bir algı vardır, görmeden dönmeyin diye, ben pek beğenmedim, bazı bölgeleri patates tarlası gibi şehir parkından çok tarlayı andırıyor.

Yemek konusunda da dünyanın neredeyse her mutfağından restaurant mevcut, benim gördüklerim; Türkiye, Jamaika, Hint, Vietnam, Çin, Japon, Tayvan... Tabi İngiliz Kahvaltısını da tatmış olduk, bir kahve ve kruvasandan ibaret Fransız veya Alman kahvaltısından çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Son iki akşam da Anadolu ve Çin restaurantlarında yemek yedik. Yemek konusunda ya ben çok tutucuyum, ya da cidden bizim mutfağın tadı bir başka. Sevemedim gitti şu uzakdoğu ıvır zıvır yemeklerini.

Gece hayatı ile ilgili şehir pek tekin değil, İstanbul'a benziyor biraz. Ben Madrid'de 3 ay kalmıştım, tüm yaz cumartesi geceleri gece 4'te 5'te arkadaşlardan ayrılıp eve 1 saat yürürdüm, hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadım da duymadım da. Londra'da ise işler biraz farklı, akşam 8-9'dan sonra millet alkolü fazla kaçırıp sapıtıyor, sarhoşluktan yerlerde yatanlar, birbirine inanılmaz rahatsız edici bir şekilde sarkanlar, para isteyenler. Alkol cidden yuva yıkıcı, hayat söndürücü arkadaş ya. Gidenlere tavsiyem dikkatli olun.

Genel olarak Londra'yı beğendim, özellikle kültür turistleri için harika bir yer, sırf müzeleri için bile gidilir. Fakat tatil için Londra yerine tabiki Yunanistan veya İspanya'yı tercih ederim. Ne varsa Akdeniz'de var :)


Aydın kardeşimizin bizi karşılama anındaki heyecan dolu hareketleri :)

1897 tarihli demirden yapılma köprü

Londra Üniversitesi

Londra Ünniversitesi girişi

Reklamlarrr...

Avustralya Büyükelçiliği

Meşhur BigBen'imiz

English Breakfast...

Genelde evler bu şekilde şehrin birçok yerinde

Bilim müzesi girişi

19. yüzyıldaki bir atölyenin maketi. En sağ ileride bir buhar makinesi var, tavanda kayışların bağlı olduğu silindiri döndürüyor, tüm fabrika bu enerjiyi kullanıyor.

1860'lardan bir dokuma makinesi

En çok hayret ettiğim makinelerden... Diyaliz makinesi

Jakarlı dokuma makinesi

Pamuk toplandığında liflerin hizalanması için kullanılan makine, tarak makinesi

Meşhur British Museum

Getirdikleri sadece minik minik eserler değil, böyle kocaman tapınağı da parça parça getirmişler


Londra'nın teknik üniversitesi diyebileceğimiz Imperial College

Imperial'da doktora yapan Trabzonlu kardeşimiz Selim :)

Son akşam gittiğimiz Çin restaurantı. Pişman olmadım gittiğime, farklı bir deneyim oldu tabiki ama ortaya koyulan aromalı sıcak suda pişen et ve deniz mahsülleri yerine 2 adet minik lahmacun alsaydım daha mutlu edebilirdi :D


Yorgunluğun resmi, İzmir'in patronlarından, mutfak devi Şendur ailesi'nin en küçük bireyi, Ayberk Şendur :)


Monday, September 5, 2016

Atina

Herşeyden önce mutlaka gidilmesi gereken bir şehir, İzmir İstanbul karışımı, zaten bir çok konuda aynıyız, her yeri tarih dolu keyifli bir yer Atina.

Yunanistana gittiğimde en çok sevdiğim aktivite ile başlarım genelde güne, sabah kalkıp ara sokaklarda börekçi aramak :) her zaman da bir dayının küçük dükkanı oluyor köşede, ve çok keyifli oluyor börekle kahvaltı etmek. İlk günün sabahı buldum bir dükkan, dayıdan 2 börek istedim bir de türk kahvesi yaptı bna, bildiğin minik piknik tüpünün üzerinde. Onun dışında ara sokaklarda tatlı kafeler var, oturup kahveni içebiliyorsun, ama çok farklı bişey de değil yani Moda aynı kafelerle dolu.

Müzecilikte cidden iyiler, ulusal arkeoloji müzesini gezdim ve eserleri sergileme şekilleri çok düzgün, salonları çok güzel dizayn etmişler. Gezerken kaybolmuyorsun müze içerisinde. Savaş müzesini de öneririm, dönem dönem anlatmışlar neler yaptıklarını. Helenistik dönemden önceki gaugamela, maraton gibi savaşları çok güzel anlatmışlar , persleri süpürdük batıyı koruduk yoksa heryer pers olurdu diye alttan alta mesaj veriyorlar, şmdiki ekonomik borç, o zamanın tahsilatı gibi deseler yeridir. Tabi Osmanlı'dan bağımsızlıklarını aldıkları yıllara baya yer vermişler, Anadoluya girdikleri yıllardan çok bahsediyorlar tabiki de. Güzel karpostallar var Anadolu'dan, Eskişehir, İzmir. Bir de fotoğrafların birinde yunan askeri yaralı türk askerini taşıyordu, sanırım her ülkede bu simge sıkça kullanılıyor. 

Bizans müzesini çok hızlı gezmek zorunda kaldım vaktimin olmamasından ötürü, fakat görülecek çok eser var, çok güzel sunulmuş, mutlaka gidilmeli. Zaten savaş müzesinin hemen yanında olduğundan ikisi de birgünde gidilir. Bu arada bizim polemik kelimesi yunancadan geliyormuş, yunancada "polemiko" savaş demekmiş. 

Acropolis dedikleri bölge malum bizim sultanahmet gibi, heryer turist, ama cidden hayretle bakıosn etrafa. Şehrin göbeğinda bir dağ, üzerinde kocaman tapınak, manzara müthiş. Akropolis'in kelime anlamı "yukarı şehir" olduğunu somut bir şekilde anlamını görüyorsun. Mutlaka görülmeli. Gittiğimde her antik bölgede olduğu gibi restorasyon çalışmaları devam ediyordu heryer vinç, ama şuna takıldım, ana tapınağın tarihçesini okurken gördüm ki, İngilizler zamanında buradaki Türklere rüşvet verip içeriden 19 heykel, 15 ayna ve 56 adet duvar süsünü götürmüşler, şu an British Museum'da sergileniyormuş. Bu sömürü aşkı nedir arkadaş ya, dünyayı sömürmüşler.

Bir akşam Zürih'ten arkadaşım Nik'in evine yemeğe gittik, tabi Denizli'den getirdiğim Buldan işi örtülere bayıldı annesi, hala anlamış değilim neresini seviolar şu örtülerin ama iyi oldu örtü ve havlu götürdüğüm. Neyse, evleri şehrin dışında güzel bir semtte, genelde hali yerinde olanlar oturuyor anladığım kadarıyla çünkü eve yakın bir bara gittik, tıklım tıklımdı ve Panathinaikoslu oyuncular falan vardı. Kriz var ya o yüzden 20 dk bekledik yer boşalsın diye :) Evdeki yemek çok keyifliydi, babası 66 yaşında teknikerlikten kendi işini kurmuş, hala çalışıyor, anne de 56 yaşında tatlı bir ev hanımı. Adamın ingilizcesi 10 kelimeydi ama 1 saat politikadan spordan konuştuk, gerçi ellerimizi bağlasan hayatta anlaşamayız da tarzanca her akdeniz ülmesinde işe yarıyor :) Adamın hayat ile verdiği en önemli öğüt de şuydu: sakın mutfağa girme, temizlik işine karışma, eğer yardım etmeye başlarsan hanımına, isteklerin sonu gelmez. Saygı duyduk yani ne dielim. Yemekler de çok güzeldi, bir zeytin verdiler, cidden tavsiye edilir, kalamata zeytini. İri ve etli oluyor, tadı gayet güzeldi. Yemek olarak da peynirli kabaklı bir turta ve pilavlı dana rosto yapılmış, tabak tabak yedim valla utanmadan. Adam da koyu panathinaikos taraftarı, olymiakos oyuncularına laf attı tüm gece.

Şehirde genelde restauranttan çok fast food var, özellikle souvlaki dedikleri bildiğimiz dürüm ve burgerciler şehrin her yerinde. Nik, krizden sonra milletin yeme işinde ucuza kaçtığını bir souvlaki ile geçiştirdiğini söylüyor. Cidden 3-4 euroya az çok doymuş oluyorsun. Ha bir de Yunanistanda hiç Burger King yokmuş, McDonalds gördüm ama Burger King göremedim. İlginç.

Akşamları Nik ve 2 arkadaşıyla dışarda takıldık genelde, çok sohbet muhabbet insanlar. Kostas annesinden bahsediyordu, geçen hafta bir düğüne gitmişler de çok güzelmiş de seninkini de görürüz yakında umarım da gibi birsürü şey söyleyip ütülüyordu beynimi dedi. Bana da tanıdık geldi bu anlatılanlar :) Çocukların da söyledikleri gibi kriz yer yer etkilemiş ülkeyi, çok kapalı dükkan var merkezde ama gece birşeyler içmeye çıkıyorsun oturacak yer bulamıyorsun, tıklım tıklım her yer. Genelde millet kriz mriz dinlemio, eğlenceye devam. Eğlenmeyi de iyi biliyor yunanlılar, haklarını vermek lazım şimdi :)

Etrafta pek mülteci göremedim, genelde sağda solda veya duyduğuma göre üniversitenin şehir merkezindeki kampüsü içerisinde bazı mültecileri görürüm diye düşünmüştüm fakat durum beklediğim gibi değildi. Nik askerliğini makedonya sınırında yapmış, 9 ay yattık diyodu, siz enazından şınav çekiyorsunuz hareketleriniz falan var, bizde direk yatış diye bir özet geçti :) bir de sınırda bazı mültecilerin polislere para verip illegal olarak sınırı geçtiklerini söyledi. Sınırda hala bir yoğunluk varmış.

Vergi konusunda da malesef bizim gibiler. Kostas'ların aile şirketi varmış inşaat üzerine, ama genelde piyasada vergi verenlere genelde enayi gibi bakıldığını söyledi, biz de salak gibi de ödüyoruz vergimizi babam sağolsun diye de ekledi. Bu sene çıkan bir kanuna göre de yıllık gelirin ne kadar olursa olsun yüzde 27sini devlet alıp seni sigortalı yapacakmış. Bu para da yanlış anlamadıysam sadece sağlık harcamaları içinmiş. Nik'in söylediğine göre bu aralar devler durmadan yeni vergiler çıkarıyormuş, sanırım Merkel ablamız el attı memlekete de paraları ödeyin diye, devlet de halktan topluyor tabi.

Haftasonu için Atina'ya yakın Spetses isminde bir adaya gittik, genelde Atinalılar haftasonu için gidiyormuş oraya. Keyifli küçük bir ada, herkes yatışta tabi tüm gün, garsonlar bile miskin. İnsanların hayatı cidden eğlence sadece. Bir hafta sonra Türklerden kurtuluş günlerini kutluyorlarmış, Kostas'ın dediğine göre olay, sebep, anlam kimsenin umrunda değil millet sevişmek için eğlenmeye gelio buraya, sorsan çoğu tam anlamını bile bilmez dedi tarihteki yerinin :) Bu kafayla bunların krizden çıkması mümkün değil.

Gelelim harcamalara. Gerçekten gezi yazarlarının de söylediği gibi bodrum çeşme falan çok pahalı kalıyor buranın yanında. İzmir'den direk Atina'ya 55dk da gidiyorsun, biletler de ortalama 300 tl. Merkezde iki farklı otelde kaldım, gecelik 30-35 euro'ya düzgün temiz bir otel bulabiliyorsun (Didim'de iğrenç bir yarı pansiyon yarı otele geceliği 200tl verdiğimi biliyorum). Şehrin heryerinde olan dürümcülerden 3-4 euroya karnını doyurabiliyorsun, içki de tabiki ucuz. Gece hayatı da öyle çok pahalı değil, mesela Atina'nın en güzel gece klüplerinden birine gittik, kumsalda falan yeri. Giriş 10 euro ve bir içkin var. Hayret ettim, girenlerin kıyafetlerine falan bakınca bu mekan girişte en az 50 tl alır diosn Türkiye'de. 

Sonuç olarak gereksiz milliyetçiliğe hiç gerek yok, Atinalılar bize Atina da İzmir'e ve İstanbul'a benziyor. Rahmetli Bülent Ecevit'in de söylediği gibi Türk ve Yunan, kardeş olduğunu yurtdışında anlıyor. Nik'e de burdan tabiki teşekkürlerimi iletirim. Efharistopoli :)


 Bahsettiğim börekçi dayı

 Türk kahvesi ve minik piknik tüpü :)

Arkeoloji Müzesi 

Atinalıların Marathon savaşında kullandıkları ok başları, birinin etine saplandığını düşününce insan ürküyor.



Müzeler gezilerim arasında bir kahve molası, Moda'da bolca var dediğim kafe bu işte.

İş hanı'nın tabelaları, bizimkiyle aynı, harfler farklı

İş hanındaki medyum mekanı :)


Seyyar satıcı en hoş semtin ortasnda dükkanı açmış, takılıyor.

Savaş müzesinde bir çok gemi maketi vardı, çok da titizlikle yapılmış, çok beğendim.

Bu amcamız da İstanbulu alırken tahtta olan hükümdar, kuşatmada ölmüş. 

Bir roma lejyon kalkanı, oyunlarda gördüğüm şeyi karşımda görünce heycanlanmadım değil :)

1822'de Sakız Adası'nda bir soykırım olduğu iddaa ediliyor, bu da tasviri.

Balkan Savaşlarından kalma sancağımız

Yunan komutan Paraskevopoulos, muhtemelen Anadolu'nun bir yerlerinde toplantı halinde.


Venizelos, Sevr'i imzalarken.   

Anadolu'da savaşmış Yunan general'in eşyaları 

Bakkal para üstünü sakızla veriyor ise o ülkede memlekete özlemi çok çekmiyorsun :)

İlk olimpiyatların yapıldığı stadyum, çok gösterişli.

Yemek öncesi Tsipouro keyfi, zeytinlerine bayıldım, kalamata zeytini meşhurmuş zaten, mutlaka öneririm.

Komşu

Annemizin bize yaptığı yemek :)

Mantarlı peynirli tart

Yorumsuz... 



Atina Akademisi olarak geçen bina, özel seminerlerde veya organizasyonlarda kullanılıyormuş.

Akademi içinden bir sınıf

Şehrin heryeri grafiti, krizin sebebinin yarısı sprey harcamaları bence o kadar fazla etrafta

Kriz sebebiyle kapalı dükkanlar

Çakma eminönü

Tavla atan dayılar, dükkan umurlarında değil

Baklava, lokum vs vs...

Syntagma meydanı, parlamento binası

 
Mutlaka önereceğim bir mekan, çok tatlı çalışanları var, etler çok iyi, merkezde.
https://www.tripadvisor.com/Restaurant_Review-g189400-d6852056-Reviews-Karamanlidika-Athens_Attica.html

Çok iyi pastırma yapıyorlar, soldaki dana butu, ortadaki deve, sağdaki de dana sırt. çemeni koktu biraz ama kokarsa koksun çok keyifliydi :)

Kavurmayı otlu ve patatesli yapmışlar, fena olmamış, ama az yağlıydı, belki burada bol yağlı yediğimizden kuru geldi bana.

Son zamanlarda yediğim en iyi tatlı, çok da basit. Yağlı bir yoğurt üzerine tatlı havuç, ama havucu nasıl yapıyorlar öğrenemedim. Çok hafifti ve çok lezzetliydi.

Bu da Mari, şeker mi şeker bir hanım, şef garsonumuz, sarılıp durdu bana, anacığım diyesim geldi bir ara :) 



Atina gecelerine aktıktan snra tabi bir dürüm atalım dedik.

Nik'in evi

Nik'in yaşadığı mahalledeki bir kafe, oturacak yer yok neredeyse, kriz büyük belli :)

Spetses adasına geçerken

Kaldığımız otel


Sahilde düğün hazırlıkları, masanın üstü aynı bizimkiler gibi

Kokoreç AB'de yasak deriz, külliyen yalan, Yunanlılar severek yiyorlar. Biraz farklı pişiriyorlar yalnız, öyle ekmek arası falan yenmezmiş, ortaya söylenirmiş porsiyonda. Birde ortasında ciğer vard böyle pişiriyorlarmış, bizimkisi daha yağlı oluyor.

15 dakikalık tekne seyahati boyunca dedikodu yapan, Nezahat Teyzenin Yunan versiyonu, sorsan dedikodu ne demek diyen familyadan :) 

Saganaki, yani tavada ısıtılmış peynir

Izgara sardalya, adamlar pişirmeyi biliyor arkadaş

Kalamar, garipti şekli biraz, ama bunlarda sos yok, bizde var sanırım kalamar sosu.

Bildiğin şiş kebabı asarak veriyorlar.

Kumsalda bir mekana gittik, giriş ücretsiz, millet kafasına göre dans ediyor, hayat bunlara güzel.

Akropolis'ten bir kare

Yine Akropolis

Tabi meşhur tapınağımız 

Akropolise çıkan kapıdan dışarı baktığında müthiş manzara seni büyülüyor. Tabi her yer ev beton

Güzel bir antik tiyatroları var, tabi bunlardan bizde de çok :)

Adamlar havalimanına bile müze yapmışlar

Pırpırla gidip geldim :) Seviyorum küçük uçakları, çabuk inip kalkıyor, az kişi olduğundan kalabalık da olmuyor binerken ve inerken

Plaka denilen bölge, bizim Fransız sokağı'nın çakma ve minik hali. Keyifli bir yer ama gidilebilir.

Kadınbudu köfte olmayınca yemek olmuyor :)

Yunanlıların İzmir'den kaçışından bir fotoğraf

 Souvlaki, yani bildiğin dürüm

 Avrupa'da ilk defa sapan satan dükkanlar gördüm :)

3. Selim'in bir fetvası