-- (19 Şubat)
Şubat ayının ilk haftasında genellikle göçmen ailelerin oturduğu
Schwamendingerplatz'da gece 23.30'da otobüse binmek için yürüyordum. Tam
durağın yanında bir adamla omuz omuza çarpıştık. Hiç yapmayacağım birşeyi
yaptım adama çıkıştım, böyle bir horozlandık ve o an sorun veya kavga da çıksa
özür de dilese o adamla konuşmak, iletişim haline geçme duygusu istemsiz bir
şekilde o kadar ağır basmıştı ki, adam tekin biri olmasa, ben dayağı yesem de
heralde yine mutlu olacaktım, oh be hayat belirtisi gördüm Zürih'te diye. Ah
Zürih ah, ne hale soktun beni!
-- (24 Şubat)
Dinamizm'in geldiği son nokta heralde bizim ülke. Bir gece haberlere bakmadan
yatınca memleketin halinin tamamen değişmiş olma durumu, hiçbir gelişmiş ülkede
olmayan bir dinamikliktir, kesin bilgi yayalım! 'Tape'leri notlarıma yazmasam
olmazdı biraz da ondan bahsedeyim. Şu iki ay boyunca malum birsürü kaset çıktı.
Kimi montaj, kimi şantaj, kimi dublaj kimisi de kabak gibi ortada gerçekler
dedi. Sonra birileri Amerika'ya gönderdik kayıtları ve montajmış, birileri de
şu şu uzman doğruladı ve bunlar kesin doğru diye iddalarda bulundu. TRT,
TÜBİTAK, TİB, Haberleşme Bakanlığı gibi kamu kurumları da görüşlerini belirtti
ama tüm bu süreçte benim canımı sıkan, midemi bulandıran şu güvensizlik ortamı.
Örneğin soruyorlar TÜBİTAK'a bu işin aslı nedir diye, cevap montaj olunca
bunlar şu tarafın adamı, yok bal gibi doğru denirse diğer tarafın adamı
diye etiketlenme oluyor. Paralar, kasetler, iddaalar, tüm bunlar
tartışılır ama doğrulatacak şeffaf, tarafsız, tüm ülkenin saygı duyduğu bir
kurum bile kalmadı ise asıl sorun burada demektir. Kendi içimizdeki
sıkıntıları, kendi kurumlarımız ile çözemeyip, gidip Amerika'ya soruyor isek
ben ülkemin bağımsızlığından malesef şüphe ederim.
-- (28 Şubat)
Enerji tüketiminin önümüzdeki yüzyılda nasıl değişeceğini gördüğümüz bir
seminer dersinde fosil yakıtların ne olacağı, 2200 de üretimin biteceğini
gösteren bir grafik vardı ve hocanın da yaptığı basit bir hesapla, bugünkü
teknolojiyle ve tüketim artışı ile 2040'da petrol bitecek. Ee naapalm nasıl bir
gelecek olsun diye sınıfta bir tartışma vardı. Öğrencilerden biri herkesin
yaptığı normal tasarruflar gibi(ev alma arsa alma) bu çevreci projelere de para
ödenmeli veya tasarruf edilmeli dedi. Bir diğeri, hükümetler arası
sözleşmelerin öneminden bahsetti. Benim de aklıma şu gelmedi değil, millet
burada 2100'den sonra olabilecek sıkıntıları düşünüp ne yapabiliriz diyor,
memelekette yarın ne olacak kimsenin bilgisi yok. Sadece Türkiye değil,
ortadoğuya bakınca insanların derdi ve burada tartışılanlar ciddi anlamda
dramatik.
-- (11 Mart)
Berkin... Öldüğü güne kadar onun durumunu pek takip etmediğimi itiraf etmem
gerekir, fakat o öldüğü gün, içimde öyle bir ağırlık hissettim ki! Gün boyu şu
soru aklımı kurcaladı. Oğlum sen burada yüksek lisans yapıyorsun, ileride
birgün iş bulup hayatını Türkiye'de kurmak için çabalıyorsun. Hadi diyelim
istediğin oldu, güzel bir iş, hayatı paylaştığın bir eş. İleride çocuklarını
nasıl büyüteceksin bu kopamam dediğin ülkede?? İşte bu soru, bu güne kadar
harcadığım emeklerin üzerinde biraz düşünmeme sebep oldu ki bu bile benim şu
birkaç günü ölü gibi geçirmeme yetti malesef!
-- (31 Mart) Ve
malum seçim... Üzerinde çok konuşulur tartışılır. Partilerin ve politikacıların
kişisel başarıları, kazananlar, kaybedenler... Fakat benim için bu seçimin iki
önemli noktası var.
Son 2 ayda
düşündüğüm ve hissetiğim bir durum dün kabak gibi ortadaydı. Ülkenin güvenilir
bir kurumu var mı diye kendi kendime soruyordum ve dün tam manası ile tüyler
ürpertici olan bu durumla yine karşılaştım. Artık şu memlekette haber ajansları
bile kamplaşmış, partilerin manipulasyon araçlarından biri haline gelmiş. Hangi
yetkili açıklama yaptı ise siyah beyaz, AKçı karşıcı, özgürlükçü itaatkar gibi
tamamen farklı kavramlara yerleştirildi. Yüzde 1-2 oy farklarını anlarım da iki
ajansın verdiği verilerde yüzde 8-9'a yakın bir fark var ise, bu işi istatistik
ile kimse açıklamaya kalkmasın.
Diğer nokta ise
beni aslında daha da temelden sarsan, tüm sonuçlara olan güvenimi de
sorgulamama sebep olan Ankara'daki 'photofinish' ile biten yarış. Saat saat
anlatmak istiyorum, seçim günü 6-7 arkadaş ile beraber benim odamda sonuçları
izledik. Saat 12'de Engin ile beraber yanlız ikimiz kalmıştık ve saat 4 e kadar
oy sayılarını takip ettik.12 civarında Gökçek önde idi 60.000 civarında oy ile
(Rakamları yuvarlayarak ve hatırlayabildiğim kadar yazıyorum!). Saat 1.00-1.30
a doğru oy farkı düştü düştü düştü, 30.000, 27.000, 12.500, 5.000, 3.000 ve
işte burada "tanrı'nın eli' sanırım olaya el koydu ve yaklaşık yarım saat
sistemdeki oylar değişmedi. Birkaç dakikada bir, sisteme yeni girilen sandıklar
ile değişen oylar, allahın bir hikmetidir değişmedi, ardından Gökçek arayı
açmaya başladı. Sabah kalktığımda oy farkı yaklaşık 30.000 olmuş. İşte bu
'demokratik atak', benim seçim ile ilgili tüm güvenimi yerle bir etti.
Teşekkürler Melih Gökçek, artık alın teri ile seçimi kazanan adayların bile
yüzüne şüphe ile bakacağım senin yüzünden!
Uzun lafın
kısası, benim gibi sonuna kadar memleketçi, 'polyanna', ülke geleceğine pozitif
bakan birinin de güvenini sarstı ya şu seçim, işte benim çıkaracağım en büyük
seçim sonucu malesef budur. İlahi adalete her zaman inanırım, tek temennim geç
olmadan adaletin yerini bulması. Sabır, biraz sabır...
-- (9 Nisan) Bugün
zürihte hava güneşli sıcaklık 18 dereceydi, pırıl pırıl bir gökyüzü. Otobüs
beklerken kendi kendime sordum bu durgunluk, huzursuzluk, aidiyetsizlik, daha
da önemlisi samimiyestizlik hissi niye? Şöyle bir etrafıma baktım, binaların
üzerindeki kusursuz kaplamalardan, insanların üzerindeki pırıl pırıl
kıyafetlere, kadınların yüzündeki ruhumu bunaltan makyajdan, herkesdeki 7-24 ne
zaman olursa olsun seni gördüklerindeki sahte gülme refleksine. Çok sahtesin be
kardeşim.
-- (14 Nisan) Ağlama
hemşerim yassak!
İnci gibi
dizilmiş kaldırım taşları, büyük bir özenle giyinmiş insanları ile, yemyeşil,
pırıl pırıl, tertemiz bir şehir Zürih. Eee bir çok araştırma şirketi boşuna
dünyanın en yaşanılabilir şehirlerinden biri olarak seçmiyor burayı. Bir de
ilginçtir, burada yaşadığım 2 yıl boyunca fark ettim ki; ağlamak da yasaktır
aslında insanı üzmez burası. Bu kadar iltifatı okuyunca insan aklından
geçiriyor nasıl oraya gitsem yaşasam, hayat boyu kalsam diye, değil mi? İşte
ben o insanlarda değilim galiba.
Ağlamak yasak
dedim ya, dalga geçmiyorum harbiden öyle. Ne güzel geliyor kulağa ağlamadan
yaşayabileceğin bir ülke, amma bir ayrıntı var, her türlü ağlamak yasak.
Sevinçten de ağlayamıyorsun!
Hani haberleri
izlersin, görürsün bir şehit haberi, gözlerin dolar.
Berkin'in
haberini okursun, memlekette çocuklar neler yaşıyor dersin, üzüntüden gözlerin
dolar.
İşte burada
bunlar yok... da bide şunlar da yok:
Oğlunun
mezuniyetine gidersin, her ne kadar öyle merasimleri sevmesem de törende
gururdan gözleri dolar ya annelerin babaların, burada yok, çünkü üniversiteden
mezun olduğunu maille öğreniyorsun sonra da posta ile geliyor diploman.
Tuttuğun takım
son dakikalarda goller bulur, sevinçten coşkudan ağlarsın ya, burada yok, çünkü
insanlar genelde bireysel sporlardan hoşlanıyorlar, aslında pek de takmıyorlar
böyle "ucuz" işleri maç falan, adam alıyor 10.000 frank ayda, ona ne.
Bir daha
düşünün, eğer buralara gelmeyi istiyorsan hala, ruhunu İsviçre Frank'ına
satmaya hazırsın demektir!
-- (14 Haziran)
Öncelikler... İnsanın geçmişindeki tercihlerinden bu güne yansıyan sonuçlar...
Kaygılar, arzular, dürtüler... Çok fazla iniş çıkış var hayatlarımızda diye
düşünüyoruz. Halbuki hiçbirimizin hayatı öyle dramatik değil kandırmayalım
kendimizi. Tut ki dersini geçemedin kaldın, tut ki bir sıkıntı oldu dönüyorsun
memleketine. Herşey bitmiş havası nedendir? Aileni mi kaybettin, cebinde para
mı kalmadı, aç mısın açıkta mı? Dijital dünya, sosyal medya, kokuşmuş ilişkiler
artık hayatımızı karartıyor sözleri bile, aslında gerçekte dijital, yani yapay.
'Like' almayan fotoğrafın değersizliğinin tartışılması ne hacet diyebiliyorsak
eğer daha büyük bir çürümüşlük olamaz heralde.
Tabiki sevgi,
aşk, duygular, hayatın olmassa olmazı. Zaten bunlar olmaz ise hayatın da bir
manası kalmıyor, DA, başka hayatları da görmezden gelemiyorum. Bugün izlediğim
bir dizi, dizide bir evlilik sahnesi, organizasyonda çalışanlar ve yüz
ifadeleri... Bu düğünler yapılmasın diyemem, insanlar gönüllerince kutlamayı
bilmeli tabiki fakat, hafif bir ıslık gibi sinsice kulağımı tırmalayan bir
dürtü içimi yedi resmen. Peki ya orada gelin ile damat merdivenlerden inerken,
günlük aldıkları para o an havaya doğru patlattıkları konfetilere denk
insanlar? Son 7-8 yıldır aldığım eğitim ile düşündüğümde bunun çok doğal
olduğu, imkanı olanın özgürce savurabildiği, çalışanların da parasını
kazandığını hissetmem gerekir ama öyle olmuyor işte. S.çayım böyle eğitime
diyesim geliyor.
Bu da ayrı bir
dünya. Okula gitmek isteyen çocukların hayatından bir kare. İşte bunlar
Türkiyenin farklı bölgelerinden acı manzaralar triplerine girmek istemiyorum.
Bu 'geyikleri' yapanlar genelde ne kadar karşılaştırmalı bakıyorum hayata,
duyarlıyım, sorumluyum diye geziyor, kan aranıyor tweet'lerinin 40.000 defa
retweet edilip hiçkimsenin kılını kıpırdatmaması gibi!
Aklımdan geçen
en baskın cümle şu ki; insan elindekinin kıymetini bilmeli, ve onun bir
sorumluluk olduğunu Volkan Abi'min tabiri ile sol memesinin altındaki o
yüreğine kazımalı. Lanet olsun elindekini başkasına vermenin olması gereken
değil de büyüklük olduğunu düşünen zihniyete...
-- (29 Temmuz) Bugün
bayram, kutlu olsun.
Yine
memleketten, sevdiklerimizden uzağız. Malum öyle bir mahluk ki insan, değeri
kaybetmeden anlamaz. İşte bu sabah öyle içten hissettim ki, bu sefer gurbet
devirdi beni.
Bundan önce de
yurtdışında, yalnız başıma bayramlar geçirmiştim fakat bu biraz farklı oldu.
Bayram namazından çıkıp cami çıkışı sokağa adım atmadan çıtır simidi alıp
babannemin evine giderdim, ılık süt, çay, peynir. En güzel yemektir heralde
dünya üzerindeki. Tabi bunu tam anlamıyla, tüm benliğimle bugün hissettim.
Cami'den çıkınca simit de yoktu, 50 metre sonraki ev de yoktu. Tramvay ile
okula geldim 20 dakika sonraki toplantı için. Bir kahve bir kruvasan aldım, ben
kruvasana baktım o bana. Şöyle bir 5-10 dakika bakıştık liseli aşıklar gibi saf
saf. Çikolatalı bir kruvasanın da beni böyle acıtacağını söylese biri, dalga
geçiyor diye düşünürdüm heralde. İşte o kruvasan, sağ olsun, beni tuvalete
gönderip sessiz sessiz ağlattı. Toplantı öncesi de fevkalade bir motivasyon
sağladı!
No comments:
Post a Comment