Monday, March 31, 2014

2014 - kısa kısa


-- (19 Şubat) Şubat ayının ilk haftasında genellikle göçmen ailelerin oturduğu Schwamendingerplatz'da gece 23.30'da otobüse binmek için yürüyordum. Tam durağın yanında bir adamla omuz omuza çarpıştık. Hiç yapmayacağım birşeyi yaptım adama çıkıştım, böyle bir horozlandık ve o an sorun veya kavga da çıksa özür de dilese o adamla konuşmak, iletişim haline geçme duygusu istemsiz bir şekilde o kadar ağır basmıştı ki, adam tekin biri olmasa, ben dayağı yesem de heralde yine mutlu olacaktım, oh be hayat belirtisi gördüm Zürih'te diye. Ah Zürih ah, ne hale soktun beni!


-- (24 Şubat) Dinamizm'in geldiği son nokta heralde bizim ülke. Bir gece haberlere bakmadan yatınca memleketin halinin tamamen değişmiş olma durumu, hiçbir gelişmiş ülkede olmayan bir dinamikliktir, kesin bilgi yayalım! 'Tape'leri notlarıma yazmasam olmazdı biraz da ondan bahsedeyim. Şu iki ay boyunca malum birsürü kaset çıktı. Kimi montaj, kimi şantaj, kimi dublaj kimisi de kabak gibi ortada gerçekler dedi. Sonra birileri Amerika'ya gönderdik kayıtları ve montajmış, birileri de şu şu uzman doğruladı ve bunlar kesin doğru diye iddalarda bulundu. TRT, TÜBİTAK, TİB, Haberleşme Bakanlığı gibi kamu kurumları da görüşlerini belirtti ama tüm bu süreçte benim canımı sıkan, midemi bulandıran şu güvensizlik ortamı. Örneğin soruyorlar TÜBİTAK'a bu işin aslı nedir diye, cevap montaj olunca bunlar şu tarafın adamı, yok bal gibi doğru denirse diğer tarafın adamı  diye etiketlenme oluyor. Paralar, kasetler, iddaalar, tüm bunlar tartışılır ama doğrulatacak şeffaf, tarafsız, tüm ülkenin saygı duyduğu bir kurum bile kalmadı ise asıl sorun burada demektir. Kendi içimizdeki sıkıntıları, kendi kurumlarımız ile çözemeyip, gidip Amerika'ya soruyor isek ben ülkemin bağımsızlığından malesef şüphe ederim. 


-- (28 Şubat) Enerji tüketiminin önümüzdeki yüzyılda nasıl değişeceğini gördüğümüz bir seminer dersinde fosil yakıtların ne olacağı, 2200 de üretimin biteceğini gösteren bir grafik vardı ve hocanın da yaptığı basit bir hesapla, bugünkü teknolojiyle ve tüketim artışı ile 2040'da petrol bitecek. Ee naapalm nasıl bir gelecek olsun diye sınıfta bir tartışma vardı. Öğrencilerden biri herkesin yaptığı normal tasarruflar gibi(ev alma arsa alma) bu çevreci projelere de para ödenmeli veya tasarruf edilmeli dedi. Bir diğeri, hükümetler arası sözleşmelerin öneminden bahsetti. Benim de aklıma şu gelmedi değil, millet burada 2100'den sonra olabilecek sıkıntıları düşünüp ne yapabiliriz diyor, memelekette yarın ne olacak kimsenin bilgisi yok. Sadece Türkiye değil, ortadoğuya bakınca insanların derdi ve burada tartışılanlar ciddi anlamda dramatik. 


-- (11 Mart) Berkin... Öldüğü güne kadar onun durumunu pek takip etmediğimi itiraf etmem gerekir, fakat o öldüğü gün, içimde öyle bir ağırlık hissettim ki! Gün boyu şu soru aklımı kurcaladı. Oğlum sen burada yüksek lisans yapıyorsun, ileride birgün iş bulup hayatını Türkiye'de kurmak için çabalıyorsun. Hadi diyelim istediğin oldu, güzel bir iş, hayatı paylaştığın bir eş. İleride çocuklarını nasıl büyüteceksin bu kopamam dediğin ülkede?? İşte bu soru, bu güne kadar harcadığım emeklerin üzerinde biraz düşünmeme sebep oldu ki bu bile benim şu birkaç günü ölü gibi geçirmeme yetti malesef! 


-- (31 Mart) Ve malum seçim... Üzerinde çok konuşulur tartışılır. Partilerin ve politikacıların kişisel başarıları, kazananlar, kaybedenler... Fakat benim için bu seçimin iki önemli noktası var. 

Son 2 ayda düşündüğüm ve hissetiğim bir durum dün kabak gibi ortadaydı. Ülkenin güvenilir bir kurumu var mı diye kendi kendime soruyordum ve dün tam manası ile tüyler ürpertici olan bu durumla yine karşılaştım. Artık şu memlekette haber ajansları bile kamplaşmış, partilerin manipulasyon araçlarından biri haline gelmiş. Hangi yetkili açıklama yaptı ise siyah beyaz, AKçı karşıcı, özgürlükçü itaatkar gibi tamamen farklı kavramlara yerleştirildi. Yüzde 1-2 oy farklarını anlarım da iki ajansın verdiği verilerde yüzde 8-9'a yakın bir fark var ise, bu işi istatistik ile kimse açıklamaya kalkmasın.

Diğer nokta ise beni aslında daha da temelden sarsan, tüm sonuçlara olan güvenimi de sorgulamama sebep olan Ankara'daki 'photofinish' ile biten yarış. Saat saat anlatmak istiyorum, seçim günü 6-7 arkadaş ile beraber benim odamda sonuçları izledik. Saat 12'de Engin ile beraber yanlız ikimiz kalmıştık ve saat 4 e kadar oy sayılarını takip ettik.12 civarında Gökçek önde idi 60.000 civarında oy ile (Rakamları yuvarlayarak ve hatırlayabildiğim kadar yazıyorum!). Saat 1.00-1.30 a doğru oy farkı düştü düştü düştü, 30.000, 27.000, 12.500, 5.000, 3.000 ve işte burada "tanrı'nın eli' sanırım olaya el koydu ve yaklaşık yarım saat sistemdeki oylar değişmedi. Birkaç dakikada bir, sisteme yeni girilen sandıklar ile değişen oylar, allahın bir hikmetidir değişmedi, ardından Gökçek arayı açmaya başladı. Sabah kalktığımda oy farkı yaklaşık 30.000 olmuş. İşte bu 'demokratik atak', benim seçim ile ilgili tüm güvenimi yerle bir etti. Teşekkürler Melih Gökçek, artık alın teri ile seçimi kazanan adayların bile yüzüne şüphe ile bakacağım senin yüzünden!

Uzun lafın kısası, benim gibi sonuna kadar memleketçi, 'polyanna', ülke geleceğine pozitif bakan birinin de güvenini sarstı ya şu seçim, işte benim çıkaracağım en büyük seçim sonucu malesef budur. İlahi adalete her zaman inanırım, tek temennim geç olmadan adaletin yerini bulması. Sabır, biraz sabır...


-- (9 Nisan) Bugün zürihte hava güneşli sıcaklık 18 dereceydi, pırıl pırıl bir gökyüzü. Otobüs beklerken kendi kendime sordum bu durgunluk, huzursuzluk, aidiyetsizlik, daha da önemlisi samimiyestizlik hissi niye? Şöyle bir etrafıma baktım, binaların üzerindeki kusursuz kaplamalardan, insanların üzerindeki pırıl pırıl kıyafetlere, kadınların yüzündeki ruhumu bunaltan makyajdan, herkesdeki 7-24 ne zaman olursa olsun seni gördüklerindeki sahte gülme refleksine. Çok sahtesin be kardeşim.


-- (14 Nisan) Ağlama hemşerim yassak!

İnci gibi dizilmiş kaldırım taşları, büyük bir özenle giyinmiş insanları ile, yemyeşil, pırıl pırıl, tertemiz bir şehir Zürih. Eee bir çok araştırma şirketi boşuna dünyanın en yaşanılabilir şehirlerinden biri olarak seçmiyor burayı. Bir de ilginçtir, burada yaşadığım 2 yıl boyunca fark ettim ki; ağlamak da yasaktır aslında insanı üzmez burası. Bu kadar iltifatı okuyunca insan aklından geçiriyor nasıl oraya gitsem yaşasam, hayat boyu kalsam diye, değil mi? İşte ben o insanlarda değilim galiba.

Ağlamak yasak dedim ya, dalga geçmiyorum harbiden öyle. Ne güzel geliyor kulağa ağlamadan yaşayabileceğin bir ülke, amma bir ayrıntı var, her türlü ağlamak yasak. Sevinçten de ağlayamıyorsun! 

Hani haberleri izlersin, görürsün bir şehit haberi, gözlerin dolar.
Berkin'in haberini okursun, memlekette çocuklar neler yaşıyor dersin, üzüntüden gözlerin dolar.
İşte burada bunlar yok... da bide şunlar da yok:

Oğlunun mezuniyetine gidersin, her ne kadar öyle merasimleri sevmesem de törende gururdan gözleri dolar ya annelerin babaların, burada yok, çünkü üniversiteden mezun olduğunu maille öğreniyorsun sonra da posta ile geliyor diploman. 
Tuttuğun takım son dakikalarda goller bulur, sevinçten coşkudan ağlarsın ya, burada yok, çünkü insanlar genelde bireysel sporlardan hoşlanıyorlar, aslında pek de takmıyorlar böyle "ucuz" işleri maç falan, adam alıyor 10.000 frank ayda, ona ne.

Bir daha düşünün, eğer buralara gelmeyi istiyorsan hala, ruhunu İsviçre Frank'ına satmaya hazırsın demektir!


-- (14 Haziran) Öncelikler... İnsanın geçmişindeki tercihlerinden bu güne yansıyan sonuçlar... Kaygılar, arzular, dürtüler... Çok fazla iniş çıkış var hayatlarımızda diye düşünüyoruz. Halbuki hiçbirimizin hayatı öyle dramatik değil kandırmayalım kendimizi. Tut ki dersini geçemedin kaldın, tut ki bir sıkıntı oldu dönüyorsun memleketine. Herşey bitmiş havası nedendir? Aileni mi kaybettin, cebinde para mı kalmadı, aç mısın açıkta mı? Dijital dünya, sosyal medya, kokuşmuş ilişkiler artık hayatımızı karartıyor sözleri bile, aslında gerçekte dijital, yani yapay. 'Like' almayan fotoğrafın değersizliğinin tartışılması ne hacet diyebiliyorsak eğer daha büyük bir çürümüşlük olamaz heralde.

Tabiki sevgi, aşk, duygular, hayatın olmassa olmazı. Zaten bunlar olmaz ise hayatın da bir manası kalmıyor, DA, başka hayatları da görmezden gelemiyorum. Bugün izlediğim bir dizi, dizide bir evlilik sahnesi, organizasyonda çalışanlar ve yüz ifadeleri... Bu düğünler yapılmasın diyemem, insanlar gönüllerince kutlamayı bilmeli tabiki fakat, hafif bir ıslık gibi sinsice kulağımı tırmalayan bir dürtü içimi yedi resmen. Peki ya orada gelin ile damat merdivenlerden inerken, günlük aldıkları para o an havaya doğru patlattıkları konfetilere denk insanlar? Son 7-8 yıldır aldığım eğitim ile düşündüğümde bunun çok doğal olduğu, imkanı olanın özgürce savurabildiği, çalışanların da parasını kazandığını hissetmem gerekir ama öyle olmuyor işte. S.çayım böyle eğitime diyesim geliyor.



Bu da ayrı bir dünya. Okula gitmek isteyen çocukların hayatından bir kare. İşte bunlar Türkiyenin farklı bölgelerinden acı manzaralar triplerine girmek istemiyorum. Bu 'geyikleri' yapanlar genelde ne kadar karşılaştırmalı bakıyorum hayata, duyarlıyım, sorumluyum diye geziyor, kan aranıyor tweet'lerinin 40.000 defa retweet edilip hiçkimsenin kılını kıpırdatmaması gibi! 

Aklımdan geçen en baskın cümle şu ki; insan elindekinin kıymetini bilmeli, ve onun bir sorumluluk olduğunu Volkan Abi'min tabiri ile sol memesinin altındaki o yüreğine kazımalı. Lanet olsun elindekini başkasına vermenin olması gereken değil de büyüklük olduğunu düşünen zihniyete...


-- (29 Temmuz) Bugün bayram, kutlu olsun.

Yine memleketten, sevdiklerimizden uzağız. Malum öyle bir mahluk ki insan, değeri kaybetmeden anlamaz. İşte bu sabah öyle içten hissettim ki, bu sefer gurbet devirdi beni. 

Bundan önce de yurtdışında, yalnız başıma bayramlar geçirmiştim fakat bu biraz farklı oldu. Bayram namazından çıkıp cami çıkışı sokağa adım atmadan çıtır simidi alıp babannemin evine giderdim, ılık süt, çay, peynir. En güzel yemektir heralde dünya üzerindeki. Tabi bunu tam anlamıyla, tüm benliğimle bugün hissettim. Cami'den çıkınca simit de yoktu, 50 metre sonraki ev de yoktu. Tramvay ile okula geldim 20 dakika sonraki toplantı için. Bir kahve bir kruvasan aldım, ben kruvasana baktım o bana. Şöyle bir 5-10 dakika bakıştık liseli aşıklar gibi saf saf. Çikolatalı bir kruvasanın da beni böyle acıtacağını söylese biri, dalga geçiyor diye düşünürdüm heralde. İşte o kruvasan, sağ olsun, beni tuvalete gönderip sessiz sessiz ağlattı. Toplantı öncesi de fevkalade bir motivasyon sağladı!






No comments:

Post a Comment