Friday, December 6, 2013

Mustafa

Ümitsiz, mecalsiz, yetersiz, kuşatılmış, sessiz 
Hissediyorsan kendini,
Gel hadi, bu yurt kimsesizlerin yeri
Ben de yalnızdım evsiz barksızdım,
İnsana inandım, teslim olmadım, 
Sen de inan buna, sen de inan buna 
Hatırla beni

Kimilerine göre Atatürk'ü yanlış anlatan sıfatları içeren fakat Mustafa Kemal'i kendime en çok yakın hissettiren, işte bu dizeler. İlginçtir bu yakınlığı anca 24 yaşında hissedebilmem. Şiirin tamamını Can Dündar, Mustafa filmi için yazmış ve bu kısmını Genç Bakış programında okudu. Ona bir teşekkür borçluyum çünkü yurtdışında kendimi ne zaman yalnız, yetersiz, ıssız, özellikle kararsız ve sabırsız hissetsem bu şiiri dinlerim ve kendimde kuvvet bulurum. 

Aslında ilginç olan nokta bu yakınlığı her yılki kutlamalara, anma törenlerine rağmen içten bir sıcaklığı 24 yaşında anca hissedebilmem değil, 6 yaşında anaokulunda boyumun yaklaşık 2 katı yüksekliğinde duran bir tüplü ekrandan Sarı Zeybek'i izledikten sonra, o son sahnedeki gözleri çökmüş yüz sebebi ile ilkokulun sonuna kadar yorganın altında korku ile uyumamdır. Belgeselin sonlarına doğru "ahhh, ayy, eyvaaah" gibi serzenişlerle öldüğünün yaklaşmasından duyulan o korku dolu heyecanın daha dört işlemi yeni öğrenmeye çalışan çocukların üzerindeki etkisidir. İlkokulda iken her 10 kasımda ferforjelerin içerisinde ulaşılamaz gibi görünen bir büstün her iki tarafına koyulmuş sağa sola savrularak yanan meşalelerin o kara görüntüsünü izlerken, her yıl ürpererek duyduğum sirenler ve ilkokul hocamın o yaşlarda çok anlam veremediğim ağlayışıdır. Üniversitedeyken 10 kasımlarda 09.05 öncesi gösterilen fotoğrafların arasında pijamalı olanları görünce bazı kişilerin rahatsız olmasıdır. Smokinle mi uyusun be kardeşim!

Atatürk pijama giyemez, içki içemez, üzülemez, yalnız kalamaz kalmamıştır hayatı boyunca, bir salıncakta çocuklar gibi sallanıp gülmek mi? Asla! 

Hani güzide bir milletvekilimiz başbakanımıza dokunmanın bile bir ibadet olduğunu söylemişti ya, bu bakış açısının da ondan aşağı kalır bir yanı yok malesef!

http://www.youtube.com/watch?v=vO55uS3Bq-g

Wednesday, December 4, 2013

Eğitim...

28.11.2013

Bugün öğle yemeği sırasında bir arkadaşım ile watsapp'tan konuşurken akademik lise, açık lise gibi taslaklardan haberdar olup olmadığını sordum. Malum dershaneler eğitim sisteminin en büyük sorunu ya, bugünün en çok tartışılan konusu kapansınlar mı, dönüşsünler mi, böyle kalsınlar mı... Sonra yemeğimi yerken bir düşündüm ve aklıma gelenlerden bazıları şunlar;

-- Beni iyi tanıyanlar, ne kadar memleketçi biri olduğumu bilirler. Özluyorum abi ne yapayım, buralarda uzun süre kalınca bir eksiklik hissediyorum. Tabi 10 yıl sonra nerede olacağımı Allah biliyor ama nasip olur ise ileride çocuklarımı Türkiye'de büyütmek isterim ve bugün'e kadar ülkede neler olduysa bu fikrim değişmemişti. Ta ki son zamanlarda yaşanan gelişmelere kadar. Bu aralar gündemin kafamda yarattığı soru işaretleri aklımı çok kurcalıyor. 3-5 yılda bir değişen bir eğitim sistemi 15-20 yıl sonra ne olur, ne kadar nitelik kazanır, tam anlamıyla Allah'a emanet.

-- 10 yıl önce üniversite sınavı farklıydı, benim girdiğim sınav farklıydı, kardeşimin bu sene gireceği sınav farklı olacak. Bu durum, farklı yaş grupları arasındaki bağ kurmayı zorlaştırmaz mıdır? Yaşananlar, öğretilenler, mantalite, çok farklı. Tabi ki herkes tornadan çıkmış gibi olmasın, ama millet kendinden 3-5 yaş küçük birine tavsiye bile veremeyip, bizim zamanımızda şöyleydi böyleydi diyorsa -ki bizim zamanımız dediği 40-50 ay öncesi- burada bir sıkıntı var demektir.

Bu konu ile ilgili başka bir noktayı da aklım almıyor. Bu yaşıma kadar olan birikimim ile eğitim'in kümülatif yani birikerek ilerlediğini düşünüyorum. Yani, sistem bir çocuğu yetiştirir, o kişi de tecrübelerini ileride çocuklarina aktarır, şunu yap bunu yapma gibisinden. Eğitim sistemi üzerinden konuşursak, mesela: "Anadolu Lisesi'ne gitme Fen Lisesi'ni kazanmaya çalış, veya güzel sanatlar lisesi'ni de düşünebilirsin". Ben daha benden 7 yas küçük kardeşime bir öneri veremezken ileride çocuklarıma nasıl bir fikir verebilirim? Bu noktalara muhalefet olarak, gelişen bir ülkedeyiz yeni okullar yapılacak yeni sistemler olacak tarzı fikirler, aklıma gelen ve fena olmayan eleştirilerden. Ama bu kadar da sık degişirse sistem, bir süre sonra bırak anne-babanın çocuğuna fikir vermesini, okullarda üst dönemin bir iki alt dönemine aktaracak tecrübesi kalmaz. Ah biraz istikrar...

-- Meslek liseleri diye bir kavram var, malum. Avrupa'da bu yaşıma kadar belli aralıklarda, İspanya'da, Almanya'da ve İsvicre'de yaşadım ve gördüm ki Alman ekolü, buna İsviçre de dahil, bu konuda fevkalade başarılı. Bazen Türkiye'de şöyle yorumlar yapılır; dayım'ın oğlu Münih'te yaşıyor, şansı vardı ama okumadı ve meslek lisesini bitirdi. Buranın tabiri ile meslek 'yaptı'. Bu bakış açısı bile Meslek Liseleri'nin Türkiye'de insanların gözünde ne kadar düşük bir seviyede olduğunu kabak gibi gösteriyor. Adam, oğlunu yetenekli dahi olsa böyle bir liseye göndermiyor, mühendis yapıyor. Bu konu ile ilgili gani gani sebepler var, eğitimin kalitesi, çocuğunu yüksek puanlı yere sokmaya calışırken evebeynlerin kendi arasında afedersiniz 'sidik yaşına' girmesi, meslek liselerinin tanıtım veya imaj sıkıntısı. Kaliteli eğitim verilmiyor olabilir, detaylı bilgim olmadığı için bu konuda birşey söyleyemem, ama bu sürü psikolojisi, öyle bir noktaya gelmiş ki, ülkenin başbakanı'na "Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir koşul yok." dedirtmiş, kusura bakmayın ama doğru bir tespit. Kalifiyeli elemanı yetersiz, bir o kadar da üniversite mezunu olan bir ülkede,en basit ve kaba bir anlatım ile nasıl para basınca bolluğundan değeri düşer, bizim de değerimiz böyle düşüyor. Bu konuyu uzun uzun da yazabilirim AMMA, benim bu durum ile ilgili asıl anlayamadığım, devlet bunu nasıl çözemiyor. Kardeşim, o kadar insan çalışıyor bu bakanlıkta, bir sürü bürokrat var, uzman var, danışman var, yahu birileri de şunu düzeltelim demiyor mu? Bir belge bulamadım internette ama hadi dediler, proje üretildi, 'yetkili' kişilerin imzası alındı. Sonuç? Sonucu, yazının altına koyduğum fotografı ve linki ile yazıma ekliyorum. Saygısızlık olmasın ama devletin uzun sureli plan yapamama yeteneği beni benden alıyor demeliyim. Kısaca bu liseler ve okuyanları da Allah'a emanet kardeşim kimse kusura bakmasın.

Geçen ay bir TV programının videosunu izlerken Yılmaz Özdil'in bir nasihatı vardı ve malesef dogru. Kısaca vermek istediği mesaj şuydu; gencler sizler İsviçre vatandaşı falan değilsiniz, geleceğiniz meçhul, sevdiğiniz işi yapın demek bos olur, malesef yaptığınız işi sevin. Acı ama gerçek, yalan yok allaha emanetiz :)



Sunday, September 29, 2013

Speech in Lyon - La FAGE

27.09.2013

Dear Delegates,

First of all, l would like to thank La FAGE Board for inviting me to this assembly. It is a pleasure to be here with these kindly people and discuss the current student problems in Higher Education.

To begin with, l would like to shortly introduce myself. My name is Ozan Demirer, from Turkey. I finished my bachelor on Material Science and Engineering in Istanbul and now I’m a master student in ETH Zurich on Industrial Management. I have 3 years experiences related to student unions in both national and international levels. I inform you about one important point. The comments and examinations that l will share with you during my speech, are only individual and my analysis, not reflects the perception of any union in Turkey.

I would like to make my speech mainly on 4 topics; History and current situation in Higher Education Institutions in Turkey, Student Representation System, State’s consideration on the youth and policies on Higher Education, Impacts of youth on society during recent movements and protests.

1-   History and current situation in Higher Education Institutions in Turkey

In the history of Turkish Republic, the institutions were not enough for young people’s education during the first years of the country, however in mid-80’s, there has been a huge leap forward from non-educated to highly educated society with establishing new higher education institutions as you can see from figures. Although there were 82 universities before 2006, 95 new universities are founded after this year. In 2013, there are 107 state universities, 67 foundation universities, in total 175 universities and there are more than 4.5 million students are studying in these institutions.

I would like to briefly talk about the structure of the Higher Education. There is an institution called Council of Higher Education, located in Ankara, which has the function of regulating the Higher Education System. It is an autonomous institution and every university has to obey the regulations of this council. This council has been found during the military regime in 1982 and it has been used by every political power for ideological reasons which have bad impacts on the independency of the universities and independent-thinking environment.  

2-   Student representation system in Turkey

Student organization culture has a long history with some associations. Many student unions, councils and associations have been founded and some of them have been closed down in the last century. However, nationwide systematic representation has started in 2006 as named National Student Council with a well-structured organization chart and election system. The election system consists of two levels; university level and national level.
In the university level, the student representatives are selected in 3 steps;
·         First, representative of the department is selected (Ex; the representative of Mechanical Engineering Department)
·         Second, representative of the faculty is selected among the elected students from departments. (Ex; the representative of Engineering Faculty)
·         In the last stage, representative of the university is selected among faculty representatives.
In national level, there are general assemblies for elections and all universities’ student representatives’ vote for next 2 years’ new board. The council has a rigid structure with an executive board, supervisory committee and several commissions.

3-   State’s consideration on the youth population and policies on higher education

Perception of the state on youth movements has been varied during history in Turkey. In late 60’s, student movements in Paris has affected the Turkey’s youth population with a libertarian engagements. These ideological changes have boosted the activist movements of young people and the state had acted on them with an intolerance way. Many of the young leaders have been arrested, tortured and unfortunately, 3 of the young leaders executed by hanging. In fact, some of them have committed several crimes which had to be punished however the end of the story should not be in this way.

Before the military coup in 1980, there were several student and youth associations based on different ideologies such as communism, nationalism and conservatism; however the state had closed every association after the coup, even many political parties. In truth, there were several homicides and crimes which have been supported by these organizations however, the vital source of these actions were the being used of the young people by political parties according to their political benefits.

Unfortunately, this situation is not changed in today’s Turkey. There are several student associations which have connections with political parties beyond the appropriate level. On the other hand, it is an important opportunity for these associations’ youth members in order to gain experiences related to NGO’s and political parties however the threatening point is, in several cases the members are stuck in ideological rigidity which is formed by politicians. These circumstances push the new generation from a rational position to a more narrow-minded and obedient position. As a consequence, the society has been transformed into a population -both from left and right fractions- which have a lack of judgment of political issues and following the leaders and their ideologies blindly.  

In the history of many Turkish states and empires, the organizational culture is generally based on central power in several areas and the effect of this centralized control culture would be clearly seen in Higher Education. Several dynamics of the institutions is being supervised and regulated by Council of Higher Education. In some cases, this regulation power has an important role for having a sustainable education policy, such as supervising the competency of the institutions in a legal track. However, the regulatory system of higher education has also several negative effects on independency of the universities. In order to obtain independent-thinking environment in higher education institutions, the rules would not be so strictly regulated by one unique authority, unfortunately in Turkey, this authoritarian system dramatically decreases universities' flexibility to form their own strategy and culture. Moreover, this system strongly lowers the universities' competitiveness which would have helped for having a higher level of education. In the last 2 decades, many political parties give promises to the society on their election campaigns for closing down this institution however parties in the power did not keep these promises.

In last decades, state considers the new generation as a significant opportunity for Turkey’s future because the age average of the country is approximately 30, where the population is above 75 million. This young population would create a massive workforce for further development of the country however; it is also a disadvantage at the same time. Low wage rates, high youth unemployment rate and uninsured employment are some of the problematical points for the young population. Education plays a significant role for the solution. For instance, there are several gaps in job market related to intermediate positions for industry which seeks the skilled graduates that is between non educated people and university graduates. However the vocational high schools and the vocational higher education institutions have several problems such as low quality of the education and low interest of the students to these institutions. National Education policies could not create a solution for this problem; therefore, Higher Education policies are not sufficient to solve this issue.  Another problem related to higher education is the unemployment of the new graduates from faculty of education. The government appointments are not sufficient for meeting the demand of the national education system and the unemployment rate of these graduates grows year by year.

As I have presented the statistics in the introduction part, there has been a dramatic increase of the numbers of higher education institutions in last 2 decades. This transformation process is so significant for a developing country in order to have a society, which has been integrated with today’s global world; however the education’s quality in universities is a matter as important as the quantity of the institutions. In last years, the unemployment rates of the university graduates increases and one fifth of the unemployed people have graduated from a higher education institution at the moment due to the low quality of the higher education.
All in all, the policy for increasing the number of university graduates has an outcome for enhancing the average level of education in society. In my opinion, this policy has to be continued with keeping the amount of the higher education bodies constant and increasing the quality in existed institutions in order to obtain a sustainable and world-class higher education system, otherwise, these hundreds of institutions would just create some statistics and artificially decreased unemployment rate.

4-    Impacts of youth on society during recent movements and protests.

First of all, the protestor groups have to be divided into two fractions, first fraction which has shown the reaction with attempts to damage some public goods, the second fraction which made these movements unique. You can also see some important demographic statistics related to this second fraction that protesting peacefully. There were several reasons for these series of protests which has been started in May 2013.  Some reasons were usage of state-funds, environmental concerns, changes regarding national education policies, judicial troubles such as extremely long times in custody. However, they were only small parts of the puzzle.  The main point which made this movement unique is the start of showing the active reaction of the people, who was considered as a passive, internet addicted and apolitical young generation. The reaction would be seen only directed to party in the power, however fundamentally the movement has also targeted the opposition parties due to their stagnant and ineffective opposition strategies. There were always two parts of the young generation through the history of Turkey; one part who has been engaged with political issues and the other part who consistently positioned themselves far away from politics. This apolitical part was also affected and moved away from politics due to previous generation’s bad experience from military coup in 1980. Therefore, if we look at the whole picture, there has been a huge politically new engaged generation from several ideologies, both conservatives and liberals, which has boosted the participation of people in national politics.

In my way of thinking, the young people’s activation would be critically important for having a more participant democracy and in the long term, it would also give more responsibilities in decision-taking positions in politics and increase the paying importance of the government and society to young generations.

At the end, I would like to thank again to the Board of La FAGE for inviting me to this congress.

Thank you for listening me, Merci de m'avoir écouté.


Lyon


29.09.2013

Fransa'da ulusal çapta öğrenci temsiliyetinde bulunan derneklerden biri olan La FAGE, beni 26-28 Eylül 2013 tarihleri arasında yapılacak genel kurul'una davet etti. Konu ise genel olarak Türkiye'deki üniversite problemleri ve devletin gençler üzerindeki algısıydı ve bu iki konuyu 12-13 dakika içerisinde anlatmam istenmişti tabi zaman kısıtlamasını ve konuları karşılaştırınca durumu biraz komik bulduğumu söylemem gerek. YÖK'ün kaldırılması isteği, eğitim fakültelerinin sıkıntısı, mezunların iş bulma problemi, kılık kıyafet sebebi ile sıkıntı çeken öğrenciler, vs vs. Özellikle devletin genç nüfus üzerindeki algısı, araştırırken ciddi anlamda ilgimi çekti çünkü bu konuyu yazıya dökmeye başladığımda, ne kadar farklı olaylar yaşandığını görüyorsunuz. Bir yandan asılan 3 genç, diğer yandan devlet tarafından kullanılanlar, bir yanda devletin ülkenin en büyük dinamosu olarak gördüğü genç nüfus oranı. Konuşmayı hazırlarken birkez daha farkına vardım ki Türkiye'deki üniversite sisteminin ilerlemesi için düzeltilmesi gereken birçok nokta var ancak bazı sıkıntılar, ülkenin yönetim kültüründen kaynaklandığı için çözülmesi uzun zaman alacağını düşünüyorum. Konuşma metninin tamamını ayrı bir yazı olarak bloga koyacağım. 

Konuşma ile ilgili yorumlarımdan önce Zürih'ten sonra Fransa'nın bana ne kadar iyi geldiğinden bahsetmem gerek. Geçen nisan ve mayıs aylarında Türk arkadaşlarım ile bu konudan uzun uzun konuşuyorduk. Mesele kısaca şu; Zürih'te öğrenci olmanın eğitim anlamında, teorik olarak, (kültürel çeşitliliğin yarattığı tecrübe de eklenebilir) kısacası entellektüel açıdan ne kadar doyurucu ve tatmin edici bir yer olduğu ancak bir o kadar da duygusal ve ruhsal açıdan insanı aç bıraktığı. Markette, barda, restaurantlarda kısaca birçok alanda insanlar, genelde size çok nazik davranıyorlar ama hep bir eksiklik var, hep bir koşturma, hep bir ev-iş-ev-iş, kısacası çalışmak için yaşıyoruz sen de öyle olmalısın mesajı hissediliyor. Aslında 2011 yazında Almanya'da staj yaparken Zürih'in bu konuda daha yaşanılabilir bir yer olduğunu düşünmüştüm ancak tüm bu durumlar, insanda bir süre sonra farkına tam varılamayan bir eksiklik yaratıyor. Lyon'da ise bu durumun biraz farklı olduğunu gördüm, insanlar biraz daha duyguları ile yaşıyor, yahu sabah kruvasan alırken bile; "parayı öde, işine git" havası oluşmuyor." Bunun sebeplerinden biri belki de Fransızca Almanca farkı bile olabilir. Belki de Zürih'te olduğu gibi Lyon'da da uzun süre yaşasam, burası için de aynısını düşüneceğim ama bu duygumdan bahsetmeden bu yazıyı bitiremem.

Konuşmayı yaparken ilk defa başıma gelen bir durum oldu. Fransız delegelerin birçoğu İngilizce bilmedikleri için İngilizcesi iyi olan bir arkadaşım ardıl çeviri yaptı ve böyle bir çeviri, ilk defa tecrübe ettiğim bir durumdu. Hiç hoş bir durum değilmiş çünkü konuşmanız durmadan kesiliyor, vurgulama sıkıntısı oluşuyur, konsantre olamıyorsunuz, yazıya döktüğünüz düşünceleri duygularınızı katarak aktaramıyorsunuz ki konuşurken en önem verdiğim bu noktanın eksikliği beni çok rahatsız etti. Belki yeteri kadar tecrübeli olmadığım için bu sıkıntıları yaşadım ancak tatmin oldum mu diye sorarsanız , hayır derim; fakat bu da farklı bir tecrübe olarak bende kaldı.

Avrupa Öğrenci Birliği toplantılarından tanıdığım Fransız Delegelerden biri, bana yazın yaptığı geziden bahsetti. İstanbul'dan başlayıp, pamukkale, kapadokya, van, ağrı, Ermenistan ve Azerbaycan diye uzanan bir yol haritası çizdi ve son zamanlarda birçok konferansta, gerek özel konuşmalarda gerek sunumlarda altını çizdiğim bir noktanın aynısından bana söz etti. Dedikleri genel mahiyeti ile; ülkemizin ve bulunduğumuz coğrafyanın çok güzel, kesinlikle gezmeye değer olduğu ile ilgiliydi. Ancak yorumundaki bamteli, Türkiye sınırları içerisindeki bambaşka kültürlerin bir arada oluşuydu. İstanbul, Denizli, Konya ve Van örneklerini verdi ve böyle bir çeşitlilik beklemediğinden söz etti. Hep kullanılan ama bizlerin BİLE gezip görmediği için farkında olmadığımız "kültür mozaiği" sözü aslında altının mutlaka doldurulması gereken ve derin anlamlar içeren bir söz. Keşke içimizde batı merakımızın yarısı kadar geleneklerini korumuş gerçek Anadolu insanının yaşayışı ve kültürü ile ilgili bir merak olsa...

 Konusma sonrasi panelden bir kare
 Gala gecesinde delegeler ile sohbet ederken
Ilk aksamki sehir turu, kilise isiklandirmasi gayet basariliydi

Wednesday, July 24, 2013

Lozan


24.07.2013

Bugün Türkiye tarihinde çok önemli bir yeri olan Lozan Antlaşması'nın 90. yıldönümü. Bu yazımda 1922 ve 1923 yıllarında düzenlenen Lozan Konferansı’na gazeteci olarak katılan Ali Naci Karacan‘ın anılarından ve çeşitli belgelerden derlenen kitabı hakkında aldığım bazı notları, pek bilinmeyen ayrıntıları paylaşacağım.

Öncelikle, yazarın gazeteciliği ve olaylara tarafsız bakışı açısından çok tatmin olamadım. Yazar Lozan Konferansı başlamadan Cenevre ve Lozan‘daki birçok gazetenin Yunanlılar tarafından satın alındığını ileri sürüyor, ayrıca özellikle ilk konferans sırasında İsmet Paşa'nın Yunanlılara verdiği cevaplar sonrasında, Yunan tarafının bir defa daha mağlup ve mahkum edilmesi gibi ifadeler kullanıyor. İleri sürdüğü bazı iddaların doğruluğu tartışılır ancak benim kanaatime göre bu türden oluşan bir üslup, kitabın ve gazetecinin tarafsızlığına zarar veriyor. Kitabın ilk baskısının 1943 yılında Milli Şef zamanında yazılmasının da bu dilde etkisinin olabileceği kanaatindeyim.


1. Lozan Konferansi

Türk heyeti, 11 Kasım 1922’de Lozan‘a vardıklarında konferansın bir hafta geciktiğini öğrenmişler çünkü İngiltere, Fransa ve İtalya arasında da bir mutabakat yokmuş. İlk konferansın görüşmelerinde de açıkça görüleceği gibi İngiltere, yeni Türk devleti oluşumunu küçümseyerek, baskı politikasıyla pastadan büyük payı almayı, Fransızlar ise dost bir tutum içinde, güzellikle istediklerini yaptırmayı düşünüyorlarmış. Bu anlaşmazlık sebebi ile konferans bir hafta gecikmiş.

Konferansın birçok noktasında, kaleme alınan diyaloglardan görebiliyoruz ki İsmet Paşa, karşısına çıkan her fırsatı değerlendirip tüm delegelere İngiltere ile aynı statüde tartışmalara girecekleri mesajını veriyor. Bunu ilk günlerde sarf ettiği sözlerden rahatça anlayabiliyoruz. Lord Curzon ise genelde tartışmaları erteliyor kesin evet veya hayıra getirmiyor. Asıl amacı, maddelerin sonradan toptan bir şekilde karara bağlanması ve satır aralarından kendi isteklerini kopartmakmış. Bu amacı, açık bir şekilde ilk konferansın sonunda İsmet Paşa'nın önüne koyulan, adeta iki buçuk aylık görüşmeleri, tartışmaları hiçe sayan antlaşma metninden anlayabiliyoruz. Boşuna kendisine zamanın en kurt politikacılardan demiyorlarmış.

İlk bir ay konular tartışılırken, herkes birbirinin düşüncesini öğrenmek istemiş, birbirini tartmış, konular ana mahiyeti ile müzakere edilip çözülmemiş, sadece yoklanıp bir kenara koyulmuş. İlk günlerde çok aktif ve sert rol oynayan İsmet Paşa, günler geçtikçe politik manevraları da kavrayıp karşıdakilere göre davranmaya başlamış. Örneğin, İsmet Paşa ilk günlerde Türk heyetinin ne düşündüğü sorulduğunda tüm istekleri sıralarken sonradan bunu değiştirip isteklere yönelik bir manevradan kaçmak için üstü kapalı bir açıklama, daha sonra tam olarak akıldakileri söylemeye başlamış. Muhtemelen bu uslup, harbiyede öğretilmiyordur, ondandır ki İsmet Paşa‘nın ilk günlerde bu manevraları kavraması zor olmuş olsa gerek.

Kapütilasyonların tartışıldığı oturumlarda konuşulan ilginç noktalar var. Maddelerin birinde, yabancı mahkumlar cezalarını kendi devletlerinde çekeceği -yani ülkelerine gittiklerinde salınıyor olmaları- ayrıca yabancıların mülklerine tercüman olmadan adli ve mali memurların kesinlikle giremeyeceği yazıyor. Bunun anlami şudur ki, yabancılar Osmanlıca bilseler bile kendi dillerini konuşmak isterlerse, onlara ait mülklerin ivedi durumlarda dokunulmazlığının olduğudur. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde yabancılara ayrıcalıkların olduğunu biliyorduk ancak bu derecede hak verildiğini tahmin etmiyordum.

Kitaptaki birçok tartışmadan anlayabileceğimiz gibi Musul meselesi Türk ve İngiliz taraflarında bir türlü anlaşma sağlanamayan noktalardanmış. Bu konunun tartışıldığı oturum atışmalar, istatistikler, akıllıca ve politik verilen cevaplarla doludur. İngiliz tarafı, ilk mecliste Kürt vekillerin olduğunu ancak Musul‘da ve Süleymaniye‘den vekil olmadığının altını çizer fakat o bölgelerin seçim süreçlerinde işgal altında oldukları cevabı gelir. Ayrıca İsmet Paşa, Musul coğrafyasının Abbasiler döneminden sonra Türklerin elinde olduğu tezi ile savunma yaparken, İngiliz tarafı da oradaki Türkmenlerin Türkiye‘deki Türkler gibi sayılamayacağını tarihsel olarak açıklamaya çalışmıştır. Siyasi argumanlar ile bu konudaki müzakereler epey çetin geçmiştir ve sonunda bir yıl içerisinde çözümü için antlaşma sonrasına ertelenmiştir.

Ocak ayının sonlarına doğru tartışılan konuların çıkmaza girdiğini gören müttefikler, bir antlaşma taslağı -150 sayfa, 160 madde- sunmuşlar. Duyun-i Umumiye problemini de derinleştiren, iki buçuk aylık müzakere maratonunun sonunda, tartışılan bütün konuları bir kenara bırakan, muhtemelen görüşmeler öncesinde taslağı hazırlanmış olan bu belge, adli, mali ve birçok yönden ülkeyi sıkıntıya sokacaği çok belliymiş. Müttefikler, bu belgenin Türk heyetince imzalanması için, büyük baskı oluşturmuş, imzalamadıkları taktirde barışı istemeyen ülke olacaklarını iletmişler ancak İsmet Pasa, bu projeyi ülkenin bağımsızlığına gölge düşüreceğinden ötürü, gazetecilere verdiği o meşhur beyanatı ile tümüyle reddetmiş: “Esaret altına girmeyi kabul etmedik.“.


2. Lozan Konferansı

23 Nisanda başlayan ikinci konferans öncesi, İngiltere'nin Lord Curzon yerine Türkiye Buyükelçisi‘ni ve Fransa'nın da Bompard yerine İstanbul Yüksek Komiseri‘ni göndermesi Türkiye için önemli bir gelişme çünkü bir önceki konferanstaki baş delegeler daha sert ve uzlaşmadan uzak, bu delegeler daha uzlaşmacı bir yapıdalarmış.

İlk günlerdeki en önemli gelişmelerden biri, tarihte ilk defa pozitif yönde ilerleyen ABD-Türkiye ilişkileridir. Amerikan ve Türk delegelerin konuşmalarından anlaşılıyor ki Lozan sonrasında bir ticaret ve dostluk antlaşması imzalanacakmış. Bu görüşmeler, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanacak olan iki ülke ilişkilerinin en önemli adımlarından biridir ki bu gelişmelerden sonra,  1923 yılında meclis tarafından kabul edilen, ülke kalkınmasını hızlandırma amacı ile Amerikan yatırımını Türkiye‘ye çekmek için düzenlenen Chester Teşvikleri yasası kabul edildi.
 
10 Mayıs 1923 günü Rus delege Vorovski, kaldığı otelin yemek salonunda İsviçre faşistleri tarafından vurularak öldürülmüş, yanındaki iki yardımcı da yaralanmış. Ancak benim ağrıma giden konu, Türk gazetecilerin anlattığına göre cenaze töreninde, kilisede sadece 15 Türk ve 15 Rus varmış. Bu durumdan ötürü Rus delegeler İsmet Paşa'ya içten teşekkürlerini birçok defa iletmişler. Böyle bir durumda bile hiçbir İngiliz, Fransız ve İtalyan delegenin törene katılmaması, ayıptır ve insanlık dışıdır diye düşünüyorum. Ölen bir adamın cenazesinden de siyaset yapmayın be kardeşim.

2. Konferansın ilk ayındaki müzakere sureçlerinden açıkça görülüyor ki İsmet Paşa, ilk konferanstaki tecrübelerine dayanarak uzama durumu oluşan maddeleri kesin bir dille reddedip, vakit kaybı istemiyor. Ayrıca Türkiye ve İngiltere arasındaki ana anlaşmazıklar çözüm yoluna girdiği için müttefikler arasında oluşturulan ortak payda da kaybolmaya başlamış.

Anadoludaki savaş hasarı tamiratı için istenen 4 milyar frank'tan vazgeçilip, Karaağaç sınırlar dahil edilmiş ve Yunan tarafında alıkonulmuş gemiler serbest bırakılmış. Bu uzlaşma, konferansın tıkanmasını önlemiş, ayrıca mali olarak kısa vadede bu parayı ödeyemeyecek olan Yunanistan'dan bu parayı istemeyerek diğer konularda zaten çok taviz verildiği ve müttefiklerin daha fazla taviz vermesi gerektiği durumunu yaratarak bunu koz olarak kullanma şansını doğurmuştur. Ancak mali olarak çok geride olan Türkiye'nin bu paraya o zamanlar çok ihtiyaç olduğunu düşünürsek, bu vazgeçiş yerine ülkeye yapılacak yatırımlarda kullanılabilecek sıcak paranın daha farklı bir strateji ile en azından belli bir yüzdesinin alınabileceğini düşünüyorum ve verilen tavizin de fazla olduğu kanısındayım. Ayrica istenen miktar 4 milyar frank, zamaninda Türkiye‘nin yillik gelirinin 40 katı olduğunu düşünürsek, bu vazgeçilen miktar, ülke için ciddi bir kayıptır.

İsmet Paşa'nın Meis adasının anadolunun bir parçası olduğunu söyleyip, ardindan dünya barışı sebebiyle buradan vazgeçmesine pek anlam veremedim. Bu adanın, anadolu sahillerine olan uzaklığının sadece 1.3 km olduğunu düşünürsek, benim fikrime göre hızlı ve anlamsız bir taviz olmuş.


Batı dünyasının Türkiye’ye o dönemki bakışı

Konferans öncesi genel olarak batının Türkiye'ye bakış açısını anlamak için Azınlıklar, Kapütilasyonlar ve Boğazlar meselesinin gerginliğinin konferansa hakim olduğu günlerde, Times gazetesinin aralık ayında yayınladığı makaleye bakmak önemlidir: "... Türkler iki şerden birini seçmek mecburiyetindedirler; ya Türkler kendilerine teklif edilen cömert teklifleri kabul ederek kendi memleketlerinin ihyası için kuvvetli destek temin ederler yahut Türkiye’yi Asya'nın çöllerinde erişilmesi imkansız bir memleket haline sokarlar!". Aynı gazete, antlaşmanın imzalanmasına günler kala başmakalesinde şu sözlere yer vermiş: " ...Yeni Türkler, yalnız asker ve memur olmakla kalmak istemiyor; bankacı, doktor, mühendis, bilimadamı olmak istiyor. Türkler, milli hissin memlekette hakim olması için çalısıyorlar. Türk olmayan milletlerin simdiye kadar yaptıkları pek çok işleri artık Türkler kendileri başarmak istiyorlar..." . Bu iki makale, bu coğrafyaya olan bakış açısının ne kadar değiştiğinin göstergesidir.

İngilizlerin, Türkiye'ye bakış açısının konferans öncesi ve sonrasındaki değişiminin kanıtını, İngiliz başdelegesinin konferansın uzaması ile ilgili Londra'ya gönderdiği raporda görebiliriz: " Bir fikir edinebilmek için, müttefiklerin bugün Lozan'da; yeni kurulmuş, fakat milli hakimiyet ile şeref ve haysiyet bahsinde gayet hassas, Yunanistan ile giriştiği son muharabede galip çıkmış, dolayısıyla müttefiklerin 1918'deki galibiyetini unutmaya eğimli, yapılan bütün görüşmelere diğer devletlerle tam bir eşitlik çerçevesinde katılan bir heyetle görüşmekte olduklarını söylemek gerekir." .

Diğer Anektodlar

-- Ankara hükümeti, Mudanya Mütarekesi'nden sonra konferansın yeri için haberleşmenin daha rahat olacağı sebebi ile İzmir'i uygun görmüş ve müttefiklere teklif etmiş fakat müttefikler ve diğer devletler Lozan'ı istemişler, sonunda da Ankara Hükümeti bu teklifi kabul etmiştir.

-- Kapütilasyonlar meselesinde İtalyan delege, görüşmelerden bir gün önce otelde İsmet Paşa’ya sizinleyiz demiş ama ertesi gün tam ters hareket edince, İsmet Paşa şok olmuş. Tabi askeriye terbiyesi ile politikadaki dansözlük biraz ters düşüyor.

-- Politik iğneleme: Azınlıkların görüşüleceği toplantı öncesi bu toplantının bilgisi çok geç verilmişti Türk heyetine ve buna cevap olarak İsmet Paşa 3 saat konuşma yapmış. Lord Curzon da buna cevap olarak şöyle bir konuşma yapmış: "Delegeler şimdiye kadar İsmet Paşa'yı muvaffak olmuş mesut bir general, kudretli bir diplomak olarak tanıyorlardı. İsmet Paşa, bugün kendilerine bir tarih profesörü olduğunu da ispat etti. Fatih Sultan Mehmet devrinden bugüne kadarki Türk tarihi hakkında bize uzun bir konferans verdi. Bu konferansın birçok yerleri çok faydalı olmakla beraber bütününün konuşulan konu ile ilgisi yoktur. Delegeler bir tez yazmak isterlerse, bunu daha evvel okumak üzere arkadaşlarına yollamaları yeterlidir.".

-- Fransa genel olarak İngiltere ile aynı fikirde olmayı farklı konuşmadan sakınmayı tercih ediyormuş hatta bazen fazla samimi olmaya çalışmaları Fransız gazetelerinin dikkatini cekmiş. Bir toplantıda, Fransa‘yı hiç ilgilendirmeyen bir konuda dahi sırf İngiltere‘ye yakınlık mesajı vermek için İngiltere‘yi savunmaları bu durumun en açık kanıtlarındandır. Ancak, konferans genelinde hep ikili oynamışlar.

-- Boğazlar meselesinin bir oturumunda Romen delege, 18 milyonun temsilcisi olduğunu hatırlatmış. Heralde milyonları arkamıza aldık psikolojisi, tarih boyunca politika ile uğraşan veya öyle zanneden herkes de var.

-- Musul meselesi tartışılırken Lord Curzon, İngiliz politikasının o dönemde Arapların ve Kürtlerin, hayatları boyunca seçim sandığı görmediklerini söyler onlarin cahil olduklarına ilişkin bakış açısını da şöyle özetler: “Bunlar sandığı, getirenin başına atarlar!“.

-- Osmanlı'nın bir türlü bitmeyen, uzayıp giden borçları ile ilgili İsmet Paşa'nın fevkalade beyanı: "Benim edindiğim fikir şudur ki; borç alan, bir defa borçlandıktan sonra sürekli olarak verir ve 50 sene sonra hesap ettiği vakit, aşağı yukarı borçlanmaya başladığı zamanki kadar borcu kalmış olduğunu görür! ".

--Amerikan danışman heyetinin demeçlerinden biri: " Hiçbir şeyin insan hayatına değmediğini, İsmet Paşa gibi savaşın bütün facialarını yakından görmüş bir general kadar kimse da iyi bilemez".

-- İkinci konferans sırasında, bir cumartesi günü Vaud Kantonu'nun düzenlediği vapur gezisinde, iki Türk danışman aralarında konuşurlarken birisi karşıda duran yemyeşil manzarayı Tarabya'ya benzetmiş. Keşke mümkün olsa da, o danışmanlar 2013 Tarabyasını görebilseler. 1923 yılındaki Tarabya ile kıyasla bugün, ekonomik açıdan çok gelişmiş bir Tarabyamız var çok şükür, beton yığınları sağ olsun!

-- Azınlıklar meselesi tartışılırken Lord Curzon bir konuşmasında sinirlenip: " Bu koca memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu?" demiş, ertesi gün de İsmet Paşa hiçbir parçalanma kabul edilemez diye yanıt vermiştir.

-- Duyun-i Umumiye'nin toplam borcu 60 milyon liraydı ve ülkenin o tarihteki genel bütçesinin yüzde altmışı demekmiş.


 
Sonuç olarak, bu kitabı okuyunca açıkça anlaşılacağı gibi, Lozan Konferansi Türkiye’nin tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Sınırların belirginleşmesi, kapütilasyonların kaldırılması, diğer ülkeler ile diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi, Osmanli Devleti‘ne kıyasla modern dünyaya ayak uydurmaya çalışacak bir ulke görünümünün tüm dünyaya anlatılması bu konferansın onemli noktalarından sadece birkaçı. Savaş hasarı tazminatından vazgeçilmesi, adalardaki hakların neredeyse tamamen devri gibi konularda kabul edilen maddeler ise ülkenin geleceği açısından daha fazla muzakere edilmiş olması gereken maddelerdir diye dusunuyorum. Özellikle ülkenin kalkınması için kullanilabilecek likiditeden vazgeçilmesi, cumhuriyetin ilk yıllarindaki kalkınma hızını azami seviyede frenlemiştir. Musul meselesinin de çözüme kavuşamaması, o bölgede günümüze kadar gelen istikrarsızlığın da sebeplerindendir. Ayrıca, Kıbrıs üzerindeki taviz, 70'lerden sonra yaşanacak sorunlara kapı aralamıştır. Son yıllarda bu konferansın sonuçları az da olsa haksız yere tartışılıyor. Muhakkak münakaşa edilmesi gerekir ve ayrıca benim de heyeti eleştirdiğim noktalar var ancak, tüm konferans sürecini ele aldigimizda bu heyetin oradaki emeğine haksızlık etmeden önce saygı duymamız gerektiğini düşünüyorum. Mekanları cennet olsun...



Thursday, July 4, 2013

Who are these protestors?


                                                                                                                                           10.06.2013

 
4-5 trees, one park. Everything started because of them. Actually not, the issue transcends the environment. It was not only for one person, one party; it was for freedom of speech, living independently and against the despotism, dictatorship and restrictions to the people's life. Let me explain.

The Justice and Development Party (in Turkish AKP) has been in power since 2002 and have won 3 nation-wide general elections. In every election thereafter, the government party has taken first place with increasing percentage of the vote. Moreover, the last elections in 2011, AKP gained half of the votes, which was certainly impressive to many people. During these years in power, there have been several significant positive contributions that have made Turkey more powerful such as huge infrastructure improvements (railways, airports, etc.), massive investments into the healthcare system, etc. In the first years of power, their foreign affairs were also appreciated and referred to as "zero-problem foreign policy", in an attempt to play an increasingly centralized role in promoting international security and prosperity in the region(1)(2). Gross Domestic Product per person has tripled in the same period, which is one of the most significant indicators of developing economies(3).
Over this time, the main opposition party, the Republican People’s Party (in Turkish CHP) could not form an alternative or visionary policy to impress voters, meanwhile, Erdogan made his stand more powerful in the country as well as in the political stage. Even for the party in power, members rarely had any opposition for the party policies due to Erdogan's style of strong autocratic leadership. Due to these factors, Erdogan began to ignore his critics and the principle facets of the democracy slowly eroded into an authoritarian regime. There were also several dynamics which were suppressed during the years under the administration of AKP and prime-minister Recep Tayyip Erdogan without seeking public opinion. For instance, several journalists have been jailed and many judicial authorities were under investigation, moreover, the threat to freedom of expression was clearly visible from the regulations set for television series and nation-wide internet censorship. Furthermore, the instability on foreign affairs after 2010 has led to concern over the direction that has been adopted, which doesn’t reflect popular public opinion.

The Istanbul Metropolitan Municipality has a project for a complex with a shopping mall, Ottoman Barracks and residences however the location was near the Taksim square on the Gezi Park, which has raised several concerns of environmentalist association and many people who are opposed to a shopping mall project in the center city’s main square. On the 27th of May, inhabitants of this neighborhood and some environmentalists have started to protest the current project and in the following days, the police response was uncontrolled and violent actions against the protestors have triggered a massive movement of people to this area and finally, a small protest for a park has led to a series of demonstrations by the public. Police violence and usage of tear gasses and water cannons have fueled the people’s resistance which has also engaged the attention of several international organisations such as European Students’ Union(4). However, what makes these protests unique is the people’s backgrounds and styles of the protests. 10.06.2013 These modern world protests are carried out by people who have similar political views, economic and social backgrounds. However for what is happening in Taksim the formula does not work which makes this case unique. The diversity of the people seen on the ground includes wealthier and lower income people such as professors, actors, students, etc. Even the strong rival clubs' fans Fenerbahce, Galatasaray and Besiktas, were united for these protests. In several publications it is reflected as a direct opposition to Erdogan and AKP, and for many of the protestors it is. However, if we look and analyze it deeply, the main source of this opposition was against every kind of authoritarianism and restrictions to liberty. The prime minister is only seen as the reason and source of these undesired limitations. Interestingly, one of the causes of these protests was unsuccessful opposition parties in the last decade that could be clearly seen in a variety of social media that explained no opposition party was desired in Taksim. Unfortunately in the second week of the protests, the actions took a more violent form due to interference of some political fractions on protests.

On the whole, these protests are a significant chance for Turkey’s democracy to leap forward if all politicians, especially those with old-fashioned ideologies, learn the lessons provided by this unrest. In the future, as a young citizen of Turkey, I would like to see more open minded, visionary, indulgent and YOUNG politicians in the parliament (the average age is over 50)(5) and with our generation, Turkey's transformation into a developed state could be ensured. Primarily, the message of the young protestors was: "We are not an apolitical, reckless generation and we do not want to be restricted by ideological rigidity".

1-http://www.foreignpolicy.com/articles/2010/05/20/turkeys_zero_problems_foreign_policy
2-http://sam.gov.tr/turkic-republics-since-independence-towards-a-common-future/
3-http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD
4-http://esu-online.org/news/article/6001/Human-Rights-in-Turkey-must-be-respected/
5-http://www.turkstat.gov.tr

Monday, May 13, 2013

Düsseldorf


3 günlük gittiğim Düsseldorf'da Avrupa'nın en büyük kompozit malzeme fuarına katıldım ve bu benim için yurtdışında kendi ilgi alanımda katıldığım ilk fuardı. (08.10.2012-10.10.2012) Gitmeden neler göreceğimi az çok tahmin ediyordum ancak birçok malzemeyi malesef fuarda bulamadım ve daha endüstriyelleşmemiş olduklarını anladım.

İlk gün gittiğimde otele yerleştim ve şehirde gezinti yapma fırsatım oldu. Malum Zürih'te pek düzgün kebapçı olmadığından, ilk işim internetten şehir merkezindeki en iyi kebapçıyı bulup gitmek oldu. İlaç gibi geldi derler ya tam öyle oldu. Sonra nehir kenarında dolaştım, gerçekten güzel bir şehir. 

İlk gün sabahtan fuar alanına gittiğimde ciddi bir kalabalık vardı ve standları dolaşmaya başladım. Derslerde gördüğümüz bir çok ürün ve üretim makinaları vardı ancak ilk defa onların fiyatları ile ve bu malzemeler ilgili akademik olmayan bir ortam ile karşılaştım. Beni en çok şaşırtan durum ise nanoteknolojinin piyasadan bu kadar uzak oluşuydu. Üniversitedeyken son 3 senemde nanokompozit malzemeler ile ilgili projelerde bulundum ve bitirme tezim de bunun üzerineydi. Tüm üniversite eğitimimiz boyunca nanomalzemelerin geleceği şekillendireceği, bunlar ile ilgili makaleler okumamuz gerektiği ve araştırmalarımızı bunlara yönlendimemiz gerektiği söylendi. Ayrıca birçok sektörde de kullanıldığı anlatıldı ama bir nokta vardı pek bahsedilmeyen, bu araştırmaların sonuçlarında çıkan yüksek katma değerli ürünlerin ortalama kaç yılda piyasaya sürüldüğü. Tabiki eğitim ortamında öğrencinin vizyonunu genişletmek için böyle bir yol izlenecek, şu anki piyasa şartları ve teknolojisi anlatılsa, okumanın bir anlamı olmaz. Ancak teori ile pratik dünyanın da bağlantıları olduğu, bu ürünlerin yüzde kaçının hangi yollar ile insanların kullanımına sunulup ekonomiye katkı sağlayacağı da anlatılmalı. Diğer türlü sadece makale yazabileceğin bir araştırma olur ki sonunda ingilizcede "so what?" denilen "eee yani..." derim ben. Üniversitede bir arkadaşımın uzun bir süre, altın nanoparçacıklarının belli ışık spektrumlarında mavi renk vermesi üzerine bir projede çalışmıştı. Bu tür çalışmaların bilimin ilerlemesinde mutlaka katkısı vardır ancak akademide emek veren bazı insanların, dünyada çığır açıyoruz havasında bu işleri yapması, sayfalar dolusu makale yazıp sadece atıf toplamaya çalışmaları, motoru yakmış insanların boş hırsı gibi geliyor. 

Şöyle bir açıdan da bakmak lazım, Türkiye Bilimler Akademisi 1993 yılında kuruldu ve şu an hala kendi içinde birçok ideolojik sıkıntı ile kıvranıyor. Rus Bilimler Akademisi'nin 1724'de kurulduğunu düşünürsek aradaki farkın 10-20 yılda kapanması pek mümkün değil. Belki de yukarıda değindiğim makale yarışı bu geçiş sürecinin bir ürünü. Şu an nicelik olarak akademik yayınlarda ilerlemeye çalışıyoruz, yüzlerce binlerce makale yazılıyor ancak bir noktadan sonra niteliklerinde de bir ilerleme kaydedeceğimizi düşünüyorum ve umuyorum ki bu ilerleme yakın gelecekte gerçekleşir çünkü bu ülkenin akademinin yardımı ile geliştirilecek katma değeri yüksek ürünlere çok ihtiyacı var.

Dedemin Dükkanı


Bana o kadar garip geliyor ki bu gördüklerim, neresinden başlasam bilmiyorum. Bizim nesil sadece bu tür işleri yüzüklerin efendisi gibi fantastik filmlerde görür veya kitaplarda okur ama o insanların nasıl yaşadığını bilmez ve daha kötüsü merak da etmez. Etrafımızda gördüğümüz herşey, tabak, bardak, araba, uçak, hatta meyve ve sebzeler nasıl üretiliyor, bunun bilinmesi tabiki çok zor ancak bir şeyi üretme içgüdüsü yerine tüketme hissinin hakim olması bence zamanımızın en büyük sıkıntılarından biri. Tüketim toplumu lafının altı baya boş, ağızlarda sakız oluyor ama bence bunun tanımlarından biri budur ve bu durum insanların mutlu olamamasının en büyük sebeplerinden biri.

Geçen ay eve gittiğimde rahmetli dedemin dükkanını ziyaret ettim. Aslında biliyordum nerede olduğunu ancak içine girip hiç bakmamıştım, bu sefer babamı da sürükledim ve dükkanın içindekilerin ne işe yaradığını, neyin nasıl yapıldığını anlattırdım. Yan dükkanlarda çalışan ustalarla sohbet ettik, gerçekten çok ilginç bir ortam vardı ve beni baya etkiledi. 

Rahmetli dedem, 13 yaşında babasının demirci dükkanında çalışmaya başlamış ve yaklaşık 50 yıl demir dövmüş. Zaten vefat etmeden önce 80 yaşında bile benden kuvvetli kolları olmasından bunu anlayabiliyordum. Ustalar dükkana sabah saat 5'te gelirlermiş, malum ocak yanacak, ısınacak falan. Ardından malum sıcak demiri dövüp şekil verme işlemleri var, tabi bu iş öyle yazıldığı gibi kolay değil. Üniversitede derslerde gördüğümüz ısıl işlem veya aniden soğutma işlemlerinin dedemin hayatını oluşturmuş olması da bana baya ilginç geldi. Öğle yemeklerinde ise genelde evden getirilenler yeniyormuş ama babamın anlattığına göre kaleiçine pazar kurulduğu günlerde farklı bir yemek yeniyormuş. Gençken hatta çocukken babamın en sevdiği yemeklerden biriymiş bu. Yapılışı da çok basit; pazardan patlıcan domates biber soğan al, doğra, ocağın üstündeki saç'a at, kavur. Yanında kişi başı 1 ekmekle beraber bu yemek, babamın tadını unutamadığı yemeklerden biriymiş. Tabi o an, o ortamda muhtemelen dünyanın en güzel yemeği olarak geliyordur çalışanlara. 

Babamın anlattığına göre, 60larda işler yetişmiyormuş, durmadan yeni nacak ve orakbaşı gibi ürünler yapılıyormuş. Gittiğimde raflarda hazır bekleyen birsürü ürün vardı ve böyle el yapımı ürünlere talebin ne kadar düştüğünü buradan rahatça anlayabiliyorum. Daha sonra da öğleden sonra işleri bitirip 4 gibi dükkanı kapatırlarmış.

Orada yapılmış ürünlere bakarken yan dükkanda siyaset tartışan 2 yaşlı usta vardı ve konuşmaları o kadar içten o kadar saftı ki, söylediklerine içten bir şekilde inandıkları çok belliydi. Biri akil insanların ziyaretlerini savunurken diğeri de bu grupların Atatürk'ü silmeye çalıştıklarından bahsediyordu. Birden aklıma üniversite öğrencilerinin canlı yayınlarda yaptıkları tartışmalar ve üniversitelerdeki öğrenci temsilcilerinin ideolojik tartışmaları geldi gözümün önüne ve savundukları fikirlere ne kadar körü körüne baktıklarımı, sadece bir balon gibi şişirilip önlerine koyulan kalıplarla hayata tutunmaya çalıştıklarını düşündüm. Çünkü, bu yaşlı insanların yüzünde bile bir temizlik, sözlerini kalbinden inanarak söylediği hissi var, bizim nesilde ise muhafazakar olmuş Kuran-ı Kerim'i bırakın arapça, türkçe mealini okumamış, liberal olmuş, kendini Atatürkçü tanımlayıp nutuk'tan bir sayfa bile okumamuş insanlar gani gani. En kötüsü de bu düşüncelere tepki olarak karşı düşünceyi savunanlar. Bence tamamen temelsiz, içi boş bir inanıştan, kocaman bir balondan farklı değil bu tepki toplumları. İşte tam bu noktada o demirci dükkanındaki objeler o kadar manidar geldi ki bana, bir duvarda Atatürk resimlerinin olduğu takvimler, başka bir duvarda "Bismillahirrahmanirrahim" yazısı ve bir ayet, başka bir noktada "diline, kültürüne sahip çık" yazan bir pankart. İçimden dedim ki; günümüzde ya oradansın ya buradan, sınıflandırılmaya, kalıpların içine girmeye o kadar alışmış ki insanımız, bu dükkandakileri gördüğünde, malesef bu insanları omurgasız diye tasvir eder. 

Ama unutmamak gerekir ki bu memleketi kurtaran, şu an içinde yaşadığımız devleti oluşturan kişiler, asıl o zamanın halkı bu insanlardı. 29 Ekim 2012'de Zürih Başkonsolosluğu'nun düzenlediği resepsiyona katıldığımda, içimden herhalde bizim memleketteki cumhuriyet, böyle takım elbiseler ve fraklarla kurulmamıştır diye düşünmüştüm ve aynı his, dedemin dükkanını orada da oluştu. Biz kitaplarda o kadar masalsı, o kadar hikaye gibi görüyoruz ki tarihimizi, olayın iç yüzünü, bazı değerlerin nasıl kazanıldığını unutuyoruz. Bu değerlerimizi önümüzdeki nesillere doğru bir şekilde aktarmak, herkesin görevi olduğunu düşünüyorum.

Dükkanı gezdikten sonra dedem ve babam ile ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirdim ve bir defa daha onlara minnettar olduğumu düşündüm. Dedem, 60larda babadan öğrenip 20 yıldır yaptığı işi oğluma öğreteyim diyebilirdi, kolay yoldan çalışan da kazanmış olup oğlunu yetiştirirdi, ama o okutmayı tercih etti ve oğluna üniversite okuttu. Babam ise şu anki olanaklarımı sağlamak için yıllarca çalıştı ve rahat bir şekilde bana yurtdışında okuyabilecek kadar bir birikim sağladı. Babam, Nazım'ın "Babamdan ileri, oğlumdan geriyim" sözünü şu an rahatlıkla söyleyebilir ve umarım ben de ileride aynı rahatlıkla bunu hissedebilirim. Uzun lafın kısası; insan eksisiyle artısıyla, nereden geldiğini, önceki nesillerin ne emekler harcadığını bilmesi çok önemli.




Dedemin demirci dükkanının dükkan girişinden görünüşü

Müşterisini bekleyen balta sapları 


Dedemin ismi, sokakta marka olmuş, dükkanın kiracısı olan usta bile tabelasına dedemin ismini yazdırmış.



Farklı ağırlıkta ve baş yapısında olan balyozlar

Ocağın arka kısmı. Körüklüdür diye düşünmüştüm ancak en son 30'lu yıllarda kullanıldığı söylendi. Şimdi ise elektrikli fan var. 

Demir dövmede kullanılan örs

Yan dükkandan bir kare. Usta, ürünü teslim etmeden zımpara yapıyor.

Soldaki Ali Usta, bu işi en iyi bilenlerden. Yazımda bahsettiğim objeler de duvarda asılı.


Babam ile ben, dedemin dükkanında.

Denizli Kaleiçi'nde bulunan demirciler sokağı